Saturday, November 5, 2011

Bir Avuc Deniz





 Film,  “Deniz misin, liman mı?”

gibi akıl karıştırıcı bir soru, satır aralarında akan derin bir önermeyle çıkiyor karşımıza önce.

Deniz miyiz? Liman mı? "Deniz mi olmalıyız yoksa liman mı?" ya da "hiçbiri olmamak mı maharet".....

Bir adamın, iki kadının, ama öncelikle  denizin öyküsü “Bir Avuç Deniz”. "Deniz misin, liman mı?" gibi bir sorunun muhattabı değiliz artık; o reklam tümcesini de çoktan tükettik beraberce. Şimdi asıl maharet denizin çalkantısında boğulmadan hayatta kalabilmekte. Aganta burina burinata diye haykırarak kadere boyun eğip mi yol alıyoruz kendi denizimizde, yoksa özgürlük diye addettiğimiz paha biçilemez kavram, kendi insiyatifimizle belirlediğimiz sınırılarımızın meyvesi olarak mı düşüveriyor gökten elimize? İşte tüm bu sorularla başbaşa bırakıyor Leyla Yılmaz bizleri…

“Burjuvazi’nin Gizli Çekiciliği” hepimizi sarıp sarmalarken, Deniz’le tanışıveriyoruz. Deniz’in içinden, denize ait olduğunu bilerek çıkıveriyor bu kız çocuğu. Burjuva dörtlüsünün tam göbeğine düşüveriyor adeta. Dünyayı olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi kavrama gayretine düşmüş bu kız çocuğu ayaküstü bir ders veriyor hem bize, hem diğer “biz”e. Bir evinin olmadığını, kendine ait bir rotanın olmadığını, zaten bunun da mümkün olmadığını, aksine, sahip olduğumuzu sandığımız her şeyin günden güne bize hükmetmeye başladığını ve her birimizi boyunduruğu altına aldığını anlatıyor ve ekliyor; almak, satmak, bunlar başarılı çocukların işleri… Jean Baudrillard‘ın “Tüketim Toplumu”nu anımsamamak mümkün değil bu noktada. Tıpkı Baudrillard’ın kapitalist sistemde her şeyin toplum için tüketilmek üzere önceden hazırlandığını savunması gibi. Topluma da sistemin sunduklarıyla yetinip, tüm bu maddelerin kölesi olmanın düştüğü gerçeğini anımsatıyor bu sekanslar.

“Özgürlük” de süslü püslü bir burjuva oyuncağından farksız kalıyor bu kızcağızın sözlerinde… Kızımız Deniz, devrimin adı oluveriyor bu ışıltılı burjuva dörtlüsünün arasında. Başarılı oğul daha ilk günden tutuluyor bu ateşe. Hatta bu ateş onu öyle bir sarıp sarmalıyor ki kendi dünyasına çekiveriyor günden güne Mert’i. Burjuvanın kendi yöntemleriyle eğittiği başarılı oğul Mert ile aynı ortamda yetişmiş Dilek adlı naif kız çocuğunun ilişkisi mükemmel olmanın dayanılmaz hafifliği altında ezilip kalıyor sosyalizmin, Deniz’in karşısında.


Sosyalizmle karşı karşıya kalan burjuvanın ürkek kırılganlığı filmin bütününde anne figürüyle bütünleşerek hakimiyetini devam ettiriyor. Sessiz, tedirginliği çevresine gelmesi muhtemel zararla ölçülen, farklılığa kapalı, muhafazakarlığı değişim karşısında duyduğu korkuyla paralel artan bir annenin ardında yükselen diktatör tavır bizi kaçınılmaz sona doğru yaklaştırıyor.

Birçok kez çaresizliğine yenilip varlığını sonlandırma girişimlerine karşın bunu başaramayan sosyalizm, Deniz’le son bir kez daha, umutla gözlerini açıyor. Faşizmin türlü oyunları karşısında  öyle ya da böyle ayakta kalmayı başarmış olan Deniz, aşkına sahip çıkarken oyunu kurallarıyla oynamaya çalışsa da bu gayreti, faşist diktanın onu en savunmasız anında yakalayıp başını bir böcek misali ezmesinin önüne geçemiyor. Dürüst, yalansız ve bağımlı bir ölümle Deniz’le vedalaşırken, ardında bıraktığı aşk, uzaklarda… denizin ortasında… eski bir burjuva çocuğunun yüzünde filizleniyor… Bu kez mertçe ve  nispeten daha sertçe…

İzlerken kimi zaman Woody Allen’ın “Match Point” ini; kimi zaman Rainer Werner Fassbinder’ın “Faustrecht der Freiheit” ını anımsadığım; kimi zamanda Halikarnas Balikcisini hatirlatan  sınırlarımız içinden çıkan bir yapım.

 "yamaç, ufak ufak toprak parçalarını çeviren derme çatma kuru duvarlarla kıyım kıyım kıyılmıştı, işte hep "malımız! malımız! malımız!" diye uğrunda yaşadıkları uyuz topraklar bunlardı.

bunların sahipleri olanlar artık oralardan hiç kımıldamayacaklar. köpeklerin boğazlarından tasma ile bir yere bağlı kaldıkları gibi bunlar da barsaklarıyla boğazlarından toprağa bağlı kalacak, hep yanlarındaki komşuların mallarına göz dikerek hırlayacak, hep malıma göz diktin diye komşularına havlayacak, malım var diye ölünceye kadar mallarının kulu kölesi olarak evim var diye dört kuru duvarın içine mezara gömülmüş gibi gömülerek yaşayacaklar. buna yaşamak mı denir, uzun ölüm bu.

hey gidi deniz hey!"



Friday, November 4, 2011

Average or Exceptional

Are you an average or an exceptional individual? Are you in the middle of the scale or are you on the top of it? Are you generally fitting all the descriptions of your generation or are you an outsider?

Safer versus Risky

Being an average person surely gives you a bit of a safety. Average is cozy. You don’t get too much resistance from the society, as long as you fit in the limits. In fact, being average guarantees that society will support you rather than reject you. An average person lives an average life; has an average income, is in an average relationship, follows an averagish career. Not too much trouble, but not too much excitement either.
An exceptional person is usually a risk lover. If you look carefully at all the leaders, inventors or successful businessmen you’ll find they all have something in common: they all loved risk, in one form or another. Risk is dangerous. Risk can not only put you in danger but it can be extended to your close group, to your community, to the entire society. This is why exceptional people are usually rejected by the society.  Being exceptional is surely an exciting path but it can be also filled with trouble.

Easier versus Difficult

Being average is usually easier, all you have to do is follow the rules. Go to school, graduate, get a job, get married. But this will not guarantee in any form that you will be successful, nor that you will live a fulfilling life. It will be safe and you’ll survive. It’s the easy way.
Being exceptional is usually harder, because instead of rules you will have to follow your dreams. Start a business, travel the world, love unconditionally or be a rock star. This will not guarantee that you’ll be successful either but you will surely live a fulfilling life. Following your dreams is better than following their rules. But it will be difficult and you may fail. Many times. It’s the hardest way.

Indulging versus Uncomfortable

Even if you strive to be exceptional you may consciously chose to live an average life. Because being average is indulging. You may have the abilities, the talents or the call to become exceptional, but you maintain yourself in a field of laziness and mediocrity. Why? Because you like it living safely, without taking risks and in a comfortable space. You indulge yourself with a underrated lifestyle, with an illusion of safety constantly reinforced by the respect of the rules.
Being exceptional is no lazy afternoon or slow party week-end. It’s constantly getting out of the comfort zone and try something new. It’s restless and exhausting. It’s challenging and full of surprises. Living an exceptional life will give you a lot of pressure and confrontation. Breaking the rules in order to achieve something bigger is no easy task.

Faster versus Slower

Average is faster. You’re walking on somebody else’s footsteps, you move quicker. So many other people were there before so you don’t have much to do than to dumbly move forward. You’ll advance in any standard metric faster than anyone else. You’ll soon have a job, a paycheck, a mortgage, a car, a house, a family. Sooner than you expect.
Exceptional is slower. You’re walking on fresh territory. You discover your own path with each step and you advance slower. Nobody chose the path you chose so you’re actually building a road. You’ll hardly have a job, a paycheck, a mortgage, a car, a house or a family in the traditional way of speaking. But you’ll do it your way.

Pressuring The Exceptional

There is an inner pressure of the average over the exceptional. The average will always try to manage the exceptional, to derail, to confuse, to stop it. Because being exceptional is a danger to the established order and you must be aware of that. You are threatening the rules. If you get rich by 24 and the rules are saying this is impossible, you have a problem: society will try to convince you that this is impossible. You know it isn’t, but apparently you’re the only one who knows that.
Average is based on rules. If there are no rules, the average cannot exist. This is why being exceptional is constantly pushed away. If you chose to be exceptional, be prepared to face not only your inner limitations but a constant pressure from the outside world. You have to win a double battle: with you and with them.

The Choice Of A Personal Path

The good news is that being average or being exceptional are just choices. There’s no genetic imprint that says you’re going to be an average person or you’re going to be an exceptional one. Everything is choice.

What’s your choice? To risk and win, or to stay low and safe?

Wednesday, November 2, 2011

Uretici Sevgi


İnsansal varoluş, insanın yalnız olduğu ve Dünyadan/Doğadan ayrılmış bulunduğu olgusuyla belirlenir. İnsan bu ayrılışa katlanamadığı için, bağlılık ve birliği aramaya zorlanır. İnsan’ın hem yakınlığı hem de bağımsızlığı; başkaları ile birlik olmayı ve aynı zamanda kendi biricikliği ile özelliğini korumayı da aynı anda aramak zorunda oluşu, insansal varoluşun paradoksudur.

Sevgi ve ...us dünyayı kavramanın iki biçimidir. Biri olmadan diğeri olanaklı değilse de, onlar değişik güçlerin, yani duygu ve düşüncelerin anlatımlarıdır.

İnsan dünyayı zihinsel ve duygusal olarak, sevgi ve akıl aracılığı ile kavrar. Aklın gücü, onun yüzeyden derinlere inebilmesini, objenin özünü kendisiyle etkin bir ilişki kurarak anlamasını sağlar. Sevgi gücü ise ona kendisini bir başka insandan ayıran duvarı yıkıp aşma ve o insanı kavrama olanağını verir.

Sevgi sözcüğünden daha belirsiz ve daha kafa karıştırıcı bir söz daha zor bulunur.

Üretici sevgi – doğru sevgi; ilgi, sorumluluk saygı ve sevilen şey hakkında bilgidir.

Yaratıcı Yunus’a sevginin özünün bir şey için emek harcama ve bir şeyin büyümesine katkıda bulunmak olduğunu; yani sevgi ile emeğin birbirinden ayrılamayacaklarını anlatır.Yunus’un öyküsü, sevginin sorumluluktan ayrılamayacağını anlatır.

Kimse bir rastlantı sonucu sevilmez. Sevgiyi, insanın kendi sevme gücü üretir. Tıpkı insanın bir şeylere ilgi duymasının kendisini de ilginç kılması gibi. İnsanlar, çekiciliğin özünün kendi sevgi yetenekleri olduğunu unuttukları zaman, çekici olup, olmadıklarını düşünmeye başlarlar. Bir başka insanı üretici olarak sevmek, onunla ilgilenmeyi ve onun yaşamından kendini sorumlu duymayı içerir. Bu ilgi ve sorumluluk onun yalnız fiziksel varlığı için değil, tüm insansal güçlerinin büyüme ve gelişmesi için de söz konusudur. Üretici olarak sevmek, edilgin olmakla, sevilen kişinin yaşamınının seyircisi olarak kalmakla uyuşamaz.







Tuesday, November 1, 2011

Bazen...








Bazen.


Son noktayi koymak ilk adimi atmak kadar zordur hayatta. Ilk anda veremedigimiz kararlar veya son noktayi koyacak kararlari veremedigimiz icin yitirdigimiz firsatlarla doludur hayat…Aslinda “bitti” demek, son noktayi koymak “aslinda zaten bitmis olani” bitirip yeniliklere firsat kapilarini aralamaktan ibarettir. Ama ilk anda karsilasilacak zorlugu insan her zaman goze almak istemez… 

Zorluklar karsisinda yilmayanlarimiz bile, sanki gercek hayalindekiymis gibi davranarak isin icinden cikmayi denerler bir sure. Karar vermek hic de zor degilmis gibi davranirlar; ani degisiklerin hayatlarini sarsmadigini, umursamadigini iddia ederler. 

Onlarda zaman zaman boslukta yonsuz akarlar. Ama o an geldiginde bitmesi gerekene onlarda “BITTI” derler ve hayatlarinda birilerini geride birakirlar. Hayat zaten “onlarsiz” devam ediyordur. Aslinda “birlikteyken bile” geride kalan oldugunu hissetmektedir bitti diyen. Karmasik duygularla zaten doludur hayati.Aski, sevgiyi, nefreti ayni anda hisseder durur bitti diyen…Birakip giden, yada gittigini zaten hic bir zaman anlayamaz geride kalani…Cunku yasanmamis bir duyguyu geride kalanin nasil yasadigini asla bilemez ve anlayamaz. Bu nedenledir ki geride kalan genelde anlasilmaz olan kisidir. Dogalida budur bu durumun… 

Geride kalan, aski, sevgiyi yogun yasadigi gibi aciyida yogun bir sekilde icten hisseder. Oyleki bazen icindeki aciyi azaltmanin yolunu gecenin bir yarisinda birseyler yazmakta bulur..Gecmisine doner, karsilastirmalar yapar. Kendiyle sik sik istisarelere girer. Buyuyen cinar misali, bu guclu firtinanin verdigi zararida daha da yukselmek, daha guclu firtinalara hazir olmak icin bir firsat oldugunu bilir. Tabiki firtinanin verdigi zarar genc cinarin uzerindedir. Ama bu ruzgarin onun zayif dallarini dusurmesine yardim ettigininde farkindadir…

……………
ne kadınlar sevdim zaten yoktular

yağmur giyerlerdi sonbaharla bir

azıcık okşasam sanki çocuktular

biraksam korkudan gözleri sislenir.



ne kadınlar gördüm zaten yoktular

böyle bir sevmek görülmemiştir

hayır sanmayın ki beni unuttular

hala arasıra mektupları gelir

gerçek değildiler birer umuttular

eski bir şarkı belki bir şiir



ne kadınlar sevdim zaten yoktular

böyle bir sevmek görülmemiştir

yalnızlıklarımda elimden tuttular

uzak fısıltıları içimi ürpertir

sanki gökyüzünde bir buluttular

nereye kayboldular şimdi kimbilir



ne kadınlar sevdim zaten yoktular

böyle bir sevmek görülmemiştir.

(Atilla Ilhan’dan)

Monday, October 24, 2011

Dongu

Kağıda yansıyor ay.
Küçücük bir şehirde, kaybolmuş bir binanın üst katında,
bir umut yükseliyor.
Bir ay yükseliyor,
döngüsüne sadık.
Bir umut yansıyor kağıda,
insanlığa sadık.
Binalarına hapis,
hapislerine yüz çeviren,
insanlık döngüsüne sadık.
Ay yükseliyor,
sanki ilk defa dermişcesine,
deniyor bu sözler.
Bu ilk umut değil,
bu son umut değil.
Döngüsüne sadık,
varlık,
sessizce,
ilerliyor.

Gururlu ama cok Kirilganlardan....

Ingeborg Bachmann

“Bir adam, vitrininden ne dükkanı olduğunu anlayamadığı bir dükkâna girer ve tezgâhtaki yaşlı adama ne satıldığını sorar. ‘Biz düş satarız’, der adam. Müşteri ilgilenir. Satıcı adama üç düş gösterir. Müşteri, en sonuncusunu ve en güzelini beğenir. O düşte kendini görmektedir: gerçek yaşamda, ilişkilerini doğru dürüst yaşayamayan biridir ama gördüğü düşte, başta kendi kişiliği olmak üzere, her yaşadığının ahlâkını savunmakta kararlı biri olup çıkmıştır… Beğendiği düşün fiyatını sorar. Satıcı, ‘yaşamınızın birkaç yılı’, diye yanıtlar. ‘Anlamadım’, der müşteri, ‘parayla değil mi?’.Hayır, biz düşlerimizi, müşterilerimizin hayatlarının bir bölümü karşılığında satarız’. Peki şu birkaç yıl.. biraz fazla değil mi?’. ‘Hayır. Bizde öyle düşler vardır ki, karşılığında bütün bir hayatı isteriz!… Müşteri, düşü almadan dükkândan çıkar ve eski yaşamına döner. Düşlerine layık olmayı göze alamamıştır.”
 ............

Chuck Palahniuk

Ben ihtiyaç duyulmak istiyorum. Benim birisinin hayatında vazgeçilmez olmaya ihtiyacım var. Bütün boş vaktimi, egomu ve dikkatimi yiyip bitiricek birine ihtiyacım var. Bana bağımlı biri. Karşılıklı bağımlılık.

William Saroyan

"Gerçeğin anlamı neyse oyunun anlamı da odur. Bu da, bendeniz yada bir başkası tarafından, "efendim, bu oyunun anlamı..." diye başlayan cümlelerle ifade edilebilecek bir anlam değildir. İnsan gerçek bir şeyde, mesela dünyanın kendisinde, bir şehirde, okyanusta, uçan bir kuşta, bir adamın ölmesinde ya da bir bebeğin dünyaya gelmesinde anlam aramaz.

Bu türden açıklamaları, her şeyi açıklayabilen ama hiçbir şeyi anlamayan dev entelektüellere bırakıyorum."

Elias Canetti

''Tıpkı gördüğün gibiyim''der maske,

''ve korktugun şey ardımda...'' 
Milan Kundera
"Kendine tek bir soru sor: İnsan gerçeği ne diye söylemeli? Bizi böyle yapmaya zorlayan ne? sonra, içtenliği niçin bir erdem olarak görmemiz gerekiyor? Farzet ki, bir balık olduğunu ve bizim hepimizin de balık olduğunu ileri süren bir deliyle karşılaştın. Onunla tartışır mısın? Ona yüzgeçlerin olmadığını göstermek için önünde soyunur musun?"

Marcel Proust

" Biz bile bilemeyiz çoğu zaman neyi neden hissettiğimizi. İsmi konmadığı zaman daha çok hoşumuza gider bazı şeyler. Kontrolümüz altında olduğunu düşünüyoruz belki bu şekilde, bilemiyorum. ya da sadece o kadarını istiyoruz.

İltifatlar, imayla ifade edilen hoşlanmalar. Bazen bunun ötesini istemiyor olabiliriz, bunun ötesine geçince ne yapacağını bilemiyor olabiliriz. Ne bileyim belki de böyle değil belki de böyle"

...oysa aska iliskin anilar, hafizanin genel yasalarinda bagimsiz degildirler; hafizanin kurallari da, aliskanligin daha genel yasalarina tabidirler. Aliskanlik herseyi zayiflattigi icin, bir insani bize en iyi hatirlatan sey, aslinda unuttugumuz seydir (onemsiz oldugu icin unutulmus ve bu sayede butun gucunu koruyabilmistir cunku). İste bu yuzden, hafizamizin en guclu kismi bizim disimizda, cisentili bir ruzgarda, bir odanin rutubet kokusunda veya yanmaya baslayan bir atesin ilk andaki kokusundadir; kendi benligimize ait, zekamizin ise yaramaz diye kucumsedigi seyi, gecmisin son ve en guclu kalintisini, butun goz yaslarimiz dinmis gibi gorunurken hala bizi aglatabilen seyi buldugumuz her yerdedir. bizim disimizda mi? daha dogrusu icimizdedir, ama bizim kendi bakisimizdan gizlenmis, iyi kotu devam eden bir unutusa gomulmustur. ancak bu unutus sayesindedir ki, arasira eski benligimizi bulur, olaylar
karsisinda o eski benlik gibi tavir alir, artik kendimiz degil, o insan oldugumuz icin ve simdi bizim ilgisiz kaldigimiz seyi o insan sevdigi icin, yeniden aci cekeriz. gunluk hafizanin parlak aydinliginda, gecmisin hayalleri yavas yavas solar, silinir, sonunda geriye bir sey kalmaz; onlari bir daha bulmamiz mumkun degildir artik. daha dogrusu, bazi kelimeler ozenle unutusa
gomulmus olmasaydi, bu hayalleri bulmamiz mumkun olmazdi; tipki bir nushasi ulusal kutuphane'ye teslim edilmeyen bir kitabin bulunmasinin imkansiz olabilecegi gibi. 



Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geriye dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin ve büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir




Sunday, October 23, 2011

Duygulari dile getirme cabasi...

Yazi yazmaktan anlamiyorsun, siir senin neyine diye sesler duyar gibiyim. Bunlarin hepsini kulak ardi edip, duygularini dile getirmeyi deneme cabasi benimki..

Korkuyorum düş yumagı gibi kırgınlıklarımdan,
Yalnızlıklarimdan,acılarimdan,kederlerimden
Bütün ihanetler, hakaretler
derin bir iz bırakıyor yüregimde..
Mutsuz ve yalnızım kalabalıklar içinde,
bütün kırgınlıgımı içime atıp
arkama bakmadan gitmek istiyorum.
Son bir kez ardimda biraktiklarima,
bagırmak haykırmak istiyorum içimdekileri...
Ama yapamıyorum nedense,
ve kaçıyorum..
Ve ruhum giderken sessizce haykiyor:
Sen heeyyy sen!!
Bir kez olsun dinle beni
acı çekiyorum görmüyorsun
haykırıyorum duymuyorsun!!
İzin ver bir kez olsun içimden geldigi gibi konuşayım seninle..
İzin ver dökeyim içimdeki tüm kirginliklarimi sana...
Bir seferlikte olsa sen sus ben konuşayım!
Bir kerede sen dinle beni
Gidiyorum bak!!
Gidiyorum yüreginden agır agır
uzaklaşıyorum adım adım senden,
ve ruhum agliyor her adımımda..

Gülmek,korkularimin kirginliklarimin
uzerini sikica kapatmak istiyorum
Bir daha acilmamak uzere
Ve şimdi sadece gidiyorum
bırakıyorum tüm kirginliklarimi sana..

..................

Yuruyorum,
Sonu gelmeyen dar sokaklarda.
Dusluyorum,
Seni, imkansizliklari..
Adim adim ilerliyorum,
Yaklasiyorum sana
Geceleri ruyalarimda bana fisildiklarinla,
Ve tekrar dusluyorum,
Bitmeyen özlemimi
Sana olan hasretimi
Yürüdükçe bir adim daha yaklasiyorum sana,
Bir adim daha geliyorum
Sana her yaklastigimda
Binlerce engel, imkansizlik cikiyor onume
Anliyorum ki imkansiz sana ulasmak
Imkansiz sana tekrar sarilmak,
Imkansiz seni tekrar gormek
...