Sunday, June 19, 2011

Doğan CÜCELOĞLU- SAVAŞÇI’dan alıntılar

“e.e.cummings der ki:
Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!…
Birinci bölümde arayıştan söz ediyoruz. Anlamını yitiren bir yaşamın temel sorunu, kendi yaşamının dansını yapamamaktır; ‘mış gibi’ yaşamaktır. Arayışa geçmek zamanı gelmiştir.
Farkına varınca uyanış başlıyor. İkinci bölümde uyanıştan söz ediyoruz. Kişi ancak uyandıktan sonra, daha önce uyuyor olduğunu kavrıyor. Uyuyan uyuduğunu bilmezse, gördüğünün rüya olduğunu anlayamaz.
Peki ne yapalım, şimdi? Niyet edelim. Üçüncü bölümün konusu niyet etmek. Neye niyet edeceğiz? Anlamlı ve coşkulu bir yarın yaratmaya.
Peki nasıl yaratacağız bu yarını? Kişisel bütünlük içinde bildiğimizi bilerek, bilmediğimizi bilmediğimizin farkında olarak, ikisi arasındaki farkın bilincinde gerçeğe sürekli saygılı olarak. Dördüncü bölümde, kişisel bütünlük içinde yarını yaratmaktan söz ediyoruz.
Yarını yaratmak için güçlü olmak gerekir: Gücümüz nereden gelecek? “Kim olduğunu bil,” diyoruz; “kişinin gerçek gücü orada.” Ve devam ediyoruz: “Nasıl konuşacağını bil: kiminle, neyi, nerede, ne zaman, ve nasıl konuşacaksın? Ve en önemlisi, niçin konuşacaksın? Bil.” Beşinci bölüm bu tür bilmekten söz ediyor.
Yaşam kimin sorumluluğu? Kimine göre anababanın; kimine göre evlendiği eşinin; kimine göre komşusunun; kimine göre onu çalıştıran şirketin; kimine göre devletin sorumluluğu. Kimine göreyse yaşamda sorumluluk diye bir şey yok. Altıncı bölümde savaşçının sorumluluğundan söz ediyoruz.
“Şimdi ve şu anı yaşama tembelliği” neden bu kadar yaygın? Neden görmeyiz bize bakan gözleri, neden kırarız gönülleri, neden pişmanlıklar içinde yuvarlanır gideriz? Yedinci bölümde bu soruların yanıtını savaşçının ölüm bilinci içinde irdeliyoruz.
Peki bu sıradan insan, kaybolmuş, güçsüz insan savaşçı olabilir mi?
Evet!
Nasıl?
Değişerek!
Nasıl değişir?
Farkına vararak ve farkına vardığını yaşayarak.
Sekizinci bölümde bu değişimden söz ediyoruz.
Yaşandıkça ağırlaşan, yükü artan bir yaşam içinde değişime nasıl cesaret edilir?
Bitmemiş işleri bitirerek.
Dokuzuncu bölümde sizi bitmemiş işlerle tanıştırıyoruz.
Bitmemiş işler bitmeden gücümüzü kazanamayız; şimdi ve şu anın tembelliğinden kurtulamayız.
Örnek mi istiyorsunuz?
Onuncu bölümde Don Juan savaşçı olmanın güçlü örneklerini veriyor.
On birinci bölümde, konuştuklarımızı gözden geçiriyoruz.” (s.11-12)
…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
“Arayış içinde olan insana pek kolay rastlamıyorum toplumumuzda. Benimle konuşmak isteyen insanların çoğu aslında bir başkasını nasıl değiştirebileceklerini soruyorlar:
“Kocam benimle iletişim kurmuyor. Sizin kitaplarınızı okumasını söyledim, onları da okumuyor. Ne yapmalıyım?”
“Annem ve babam sürekli birbirleriyle kavga ediyorlar. Onların kavga etmemesi için ne yapabilirim?”
“Çocuğumuzun öğretmeni, öğrencilerini azarlıyor. Asık suratlı biri. Daha iyi bir öğretmen olması için ona ne söylemeliyim? Acaba öğretmeni değiştirmeli miyim?”
“Karımın annesi burnunu bizim her işimize sokuyor. Karım bundan rahatsız değil, ama ben rahatsızım. Ne yapayım, nasıl hareket e-deyim de bizim kayınvalidenin işimize karışmasını önleyeyim?”
Tabii, en sık sorulan, “Bu memleketin insanını nasıl değiştireceğiz, nasıl adam edeceğiz, hocam?” sorusu oluyor.” (s. 16)
…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Arif öğretmenim, öğretmenliği hizmet olanağı için seçtiğinizi söylemiştiniz.
-Evet.
-”Şimdi hizmet olanağı olarak gözükmüyor mu?” diye sormuştum. O zaman; “Hayır, artık öyle düşünmüyorum,” demiştiniz.
“Niçin?” diye sorduğumda, “Her şeyden önce öğretmenlerin öyle düşünmediğini gördüm” diye başlayan bir açıklama getirdiniz. “Her şeyden önce” diye başlamanız dikkatimi çekti.
Arif öğretmenim, izin ver bir manzara çizeyim. Bu manzara içinde kendinizi nasıl hissettiğinizi bana söylemenizi isteyeceğim.
Varsayalım ki
“Manzara şu: Farzedin ki ailelerin çocuklarını yaşama tam hazırlamadığını, onları geliştirmediğini kamu, medya, hükümet anlamış durumda. Biz biliyoruz ki, bu eksikliği gidermenin en iyi yolu anababaları eğiterek onları etkili, geliştiren anababalar haline getirmek. Ama bunu yapmak güç; büyük planlama, organizasyon, takip, eğitim stratejisi ve en önemlisi, uzun zaman ister. O nedenle, far-zedelim ki, çocukların ailede bulamadığı eğitimi, gelişimi, yaşama hazırlamayı okulda öğretmenlerin yapabileceğini anlayan bir toplumla, bir yönetimle karşı karşıyayız.
“Varsayalım ki, bu anlayış her yerde yaygın: özellikle, öğretmenler arasında. Öğretmenler kendilerine toplumun en değerli elemanları olarak bakıyorlar ve ‘biz bu toplumunun geleceğinin mimarlarıyız,’ diyorlar.
“Öğretmenliğe büyük bir hizmet olanağı diye bakarak öğretmen olduğunuz için meslektaşlarınız sizi kutluyorlar. Bir insanın yaşamının bundan daha anlamlı olamayacağını, parası pek iyi olmasa dahi, en doyurucu, en anlamlı, en coşkulu mesleklerden birini seçtiğiniz için sizi övüyorlar. Üniversitedeki kız arkadaşınız, öğretmen olduğunuz için sizi takdir ediyor ve hayranlık duyuyor. Anneniz ve babanız, ‘Oğlum, sen daha çok para kazanacak meslekler seçebilirdin ama, hiçbir meslek, öğretmenlik kadar anlamlı ve doyurucu olamazdı. Seni kutlarız,’ diyorlar. Lise arkadaşların, ‘Arif seninle gurur duyuyoruz. İçimizde en anlamlı mesleği sen seçtin. Para önemli ama, anlamlı bir hizmet yaptığın duygusu daha da ö-nemli. Seni takdir ediyoruz,’ diyorlar.”
Ben konuşmamı sürdürürken Arif öğretmen gülümseyerek ö-nüne bakıyordu.
-Ne demek istediğinizi anlıyorum, Doğan Bey.
-Ben yine de size soracağım soruyu sorayım. Farz etmiş olduğumuz bu ortamda da, yine sizin aklınız karışır, öğretmen olmaya karar verdiğiniz için kendinizi aptal, safdil hisseder miydiniz?
-Sanırım hissetmezdim. Demek ki, kendi mesleğimi değerli görüp görmeyeceğime karar verirken ben, başkalarının tepkisini, değerlendirmesini esas alıyorum.” (s. 23-24)
“Anlam arayışında ilk adım, kritik ve can alıcı sorulan sorabilmektir. İkinci adım ise, soruların yanıtını aramaktır.” (s.27)
“-Felsefenin üç temel alanı var. Bunlardan biri biraz önce sözünü ettiğimiz ontoloji, varoluşun incelenmesi.
“Bir diğer temel felsefe alanı da epistemolojidir. Episteme ve loji kelimelerinden oluşur. Episteme eski Yunanca’da bilgi anlamına gelir. Epistemoloji bilginin doğasını, kaynağını, sınırlarını inceleyen bir alandır. Epistemoloji alanında çalışan biri, bir insan bir şeyi “biliyorum” dediği zaman, o kişinin ne demek istediğini, yani ‘bir şeyi bilmek ne demektir’ konusunu inceler.
“Felsefenin bir diğer temel alanı da etikdir. Latince ethica, eski Yunanca ethike kelimelerinden türetilmiştir; ahlaki ve sosyal davranışın incelendiği alandır. Bu alanda çalışanlar, ‘bir insan olarak yapmamız gerekenlerin ne olduğunu incelerler. Bu konular birbirinden ayrı ayrı mı inceleniyor?”(s. 30)
…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
“-Kendimle ilgili olarak bu alanları tanımlayacak olursam, şöyle diyebilir miyim: “Ben kimim?” sorusunu sorduğum zaman ontoloji alanında bir düşünür oluyorum; “Ben ne biliyorum, veya öğrencilerimin neyi bilmesini, nasıl bilmesini istiyorum?’ sorularıyla ilgilendiğim zaman epistemoloji sorunlarına yöneliyorum; ve “Nasıl davranmam gerekir, ne yapmalıyım?” sorularını sorduğum zaman da etik alanına girmiş oluyorum.
-Evet, söylediğiniz gibi.
-Şimdi, “Ben kimim?” sorusunda tıkanmış kalmıştım. Siz, “Dürüst, çalışkan ve diğer özellikleri olan bir insan olmanın ötesinde sen kimsin?” diye sorduğunuzda nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. Şimdi oraya dönsek olur mu?
Ben Kimim?
-’Ben kimim?’ sorusuna ‘Ben bedenimim’ biçiminde cevap verebilir misiniz?
-Bedenim bir parçam ama, ‘Ben kimim?’ sorusunun cevabı olamaz.
-Gerçekten de olamaz. Siz küçükken, size yine “Arif diyorlardı. Size birçok çocukla birlikte çekilmiş bir resim gösterseler ve “Sen hangisisin göster, deseler, kendinizi o grup içinde bulur gösterir ve “İşte ben buyum,” dersiniz. Halbuki çocukluk bedeninizle şimdiki Arifin bedeni birbirinden çok farklı. Sizin bedeninizde milyarlarca hücre yenilendi. Ama, siz yine o çocuğun ve şimdiki Arifin aynı insan olduğunu rahatlıkla ve kuşkusuzca söyleyebilirsiniz.
-Evet, söyleyebilirim.
-Aynı şeyi duygularınız ve düşünceleriniz için de söyleyebilir miyiz?
-Yani, ‘Ben duygularım değilim!’ anlamında mı?
-Evet, o anlamda.
-Tabii, söyleyebiliriz. Ben düşüncelerim değilim, ve duygularım da değilim.
-Bilimsel psikoloji uzun yıllar, bilincin kendisiyle bilincin içeriği arasında bir ayırım yapamadı: Bilinç farkında olan, bilincin içeriği ise farkında olunan şeydir. İkisi aynı şey değildir. Algılayan, gözlemleyen bilinçtir. Algılanan, gözlemlenen ise bilincin içeriğini oluşturur.
Gözünüzü kapattığınızda bedeninizi, duygularınızı, düşüncelerinizi gözlediniz. Gözleyen sizin bilincinizdi; bedeniniz, duygu ve düşüncelerinizle ilgili algılamalarınız ise içerikti.”
“‘Ben kimim?’ sorusuna cevap ararken hep bilincin içeriğini saymışızdır; ben öğretmenim, ben anneyim, doktorum, evladım, vb. gibi. Çoğu kez o soruyu soran bilinci hesaba katmadık. Halbuki, ‘ben kimim?’ sorusunun cevabı orada yatıyor: Ben bütün bu sorulan soran, farkında olan, gözlemleyen bilincim.
-Çocukluğumdaki Arifle, şimdiki Arif arasındaki ilişki de bu bilincin sürekliliğinden mi kaynaklanıyor?
-Resimde, “İşte ben buyum” demenizi sağlayan sizin bilincinizin sürekliliğidir. Duygularınız, düşünceleriniz, bedeniniz, sosyal rolleriniz değişse de, ‘ben’ özdeşimini ayakta tutan sizin bilincinizin sürekliliğidir.” (s.33-34)
“-Bilimsel psikoloji uzun zaman bu farkında olan, gözlemleyen bilinçle, gözlemlenen arasındaki farkı pek önemli görmedi. Böylece ne oldu biliyor musunuz?
-Hayır, bilmiyorum, ne oldu?
-Gözlemleyen benle, gözlemlenen ben arasındaki fark bilinmeyince insanlar gözlemlenen şeyin içinde hapis oldular. ‘Ben öğretmenim, marangozum, babayım, anneyim, müslümanım, kadınım, erkeğim’ gibi sosyal rollerin içinde kendilerini tanımlamaya çalıştılar ve tabii ki boğulup kaldılar.
-Sizin bunalımınızın temelinde, sizin de böyle bir hapishanenin içinde olmanız yatıyor.
-Beni tıpış tıpış hapishaneye sokmuşlar da haberim yokmuş. Hatta onlar sokmamışlar, ben hapishaneye kendi ayaklarımla gitmiş, hapishanenin kapısını da üstüme kilitlemişim. Daha sonra hapishanenin penceresinden bakarak, “Batsın bu dünya” arabeskini söylüyorum.
-Hapishaneden yüzde yüz kurtulanlar var mı?
-Evet, var. Sayıları az ama, yine de var.
-Onlar kim.
-Onların özel bir ismi var. Kelimeyi duymuşsundur, ama, bu anlamda kullanıldığını pek duymamışsındır.
-Hangi kelimeyi?
-Hapishaneden yüzde yüz kurtulan, ve sayıları az olan insanlara verilen ismi.
-Onların ismi ne?
-Savaşçı!
Hapishanede olduğunuzu fark ettiğiniz an, SAVAŞÇI olma yolunda ilk adımı atmış olursunuz.
-Hocam, farkına varmadan ilk adımı atmış olduğumu söylediniz, ama, savaşçı yolculuğunu yapabilecek miyim?
-Bilmiyorum. Sizinle böyle bir yolculuğa çıkmak isterim. Bu sadece sizin yolculuğunuz olmayacak, benim için de anlamlı bir yolculuk olacak.
-Böyle bir yolculuğa çıkmak beni heyecanlandırıyor Doğan Bey. Nasıl oldu onu bile pek bilmiyorum, ama, şimdi sizinle ilk karşılaştığım andan daha güçlü, daha umutlu, daha diri bir Arif olarak görüyorum kendimi.” (s. 36-37)
“-Arif Bey, Bir uyanış süreci içindesiniz. Sizi bu uyanış sürecine getiren ise sizin anlam arayışınız.
-Evet, hayatımın anlamını bulmaya çalışıyorum.
-Öğretmen olmak anlam dolu bir yaşam vaat ediyordu. Zamanla o anlam kayboldu. Sıradan bir öğretmen olmaya doğru gitmek sizin yaşamınızı anlamsızlaştırdı.
Bilinciniz gelişmeden o bilince uygun olan fenomenleri algılayamazsınız. Örneğin, benim seminerime geldiniz ve seminerde duyduklarınız sizi etkiledi. Seminerime gelen, fakat hiç etkilenmeyen insanlar da var.
-Bu gözlem sizin bir başka kitabınızda ele aldığınız paradigma kavramıyla benzerlik gösteriyor. Kişinin bir konuda paradigması oluşmamışsa, o konuyu algılayamaz.
-Evet, paradigma kavramı ile ilgisi kesinlikle var. Ama, Husserl’in düşünüşünde ‘niyetlilik’ kavramı da var. Husserl der ki, “Her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir. Ve bu niyet, o bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler.”” (s. 42)
“Daha sonra konuşmama devam ettim:
-Biliyor musunuz Arif Bey, değişimin olduğu her yerde mutlaka direnç oluşacaktır. Bu son derece doğal.” 
Farkında Oluş Katmanları
Arif Bey bir süre sustu, sormak istediği bir soru olduğu bakışlarından anlaşılıyordu.
-Doğan Bey bu sıkıntının kaynağı ne? Yani nereden kaynaklanıyor benim depresyonum?
-Geştalt terapisinin kurucusu Frederick S. Perls adında bir düşünür, üç tür farkında olma alanı tanımlar. Bu alanlar, katmanlar gibi birbirleri üstüne geçmiş durumdalar.
“İlk katman kişinin kendinin farkında olmasıdır. Bu farkında oluş temel bir bilinçtir. Gelişerek kişinin yaşamında sürekli olabilir; ama, sürekli bastırılıp körlenerek, hiç gelişmeme ihtimali de vardır. Eğer bu farkında oluş, gelişimini sürdürüp tamamlanabilirse, o zaman ‘gözlemleyen ben’ dediğimiz bilinç oluşur.
“Üçüncü katman, dış dünyanın farkında oluştur.
-İkinci katmanı unuttunuz, Doğan Bey.
-Hayır, unutmadım. Önce üçüncü katmanı söylemek daha anlamlı. Evet, üçüncü katman dış dünyanın farkında olmaktır. Bizi kuşatan dışımızda çok boyutlu ve karmaşık bir evren var. Bu evreni olduğu gibi görebilmek, ona uyum sağlayabilmemiz için gerekli.
“Bu dış realiteyi olduğu gibi algılayabilmek, onunla ilişkiyi devam ettirebilmek önemlidir. Bu algılama kişinin dış dünya realitesi ile olan ilişkisinin temelini oluşturur. Ne var ki, kişinin dış dünya realitesi ile ilişkisini devam ettirebilmesi zordur. Çünkü ikinci katman bunu engeller.
-İkinci katman kişinin kendinin farkında oluşu ile dış dünyanın farkında oluşu arasında yer alır. Bu kavramsal algılamanın, dil ve kültürün yer aldığı dünyadır.
-Husserl’in kendine özgü niyetliliği olan kültürün dünyası.
Dışımızda bizi kuşatan çok boyutlu ve karmaşık bir evren var. Bu evreni olduğu gibi görebilmek, ona uyum sağlayabilmemiz için gerekli.
-Evet, kendine özgü niyetliliği olan dil ve kültürün dünyası.
-Ve çoğu kere kişinin dünyayı ve kendisini doğrudan algılamasını engeller. Sanki kişinin kendisiyle onun içinde yaşadığı dünya arasına bir duvar örer. Kişi ne kendisinin ne de dış dünyasının farkına varır; sadece bu duvarın gerçeğini yaşamaya başlar. Yani, bu duvar kişinin kendi gerçeği imiş gibi görünür.
“Bu orta katman her şeyi kaplayarak, kişinin özgün benliği ile ilişkisini kesmeye başlar,” der Perls. Bu orta katman deneyimli öğretmenlerin sözlerini, sizin annenizin ve babanızın inançlarını, toplumun eğitimle ilgili değerlerini içerir. Bu orta katman sizin kendi özünüzün ne olduğu ile ilgili algılamanıza olanak vermez. Kendi özünüzü algılayabilmeniz için bu orta katmanın etkisinden kurtulmanız, yani daha önce sözünü ettiğimiz hapishanenin farkına varmanız gerekir. İşte bu farkına varışa ‘uyanış’ diyorum.
-Hiç uyanmadan insan tüm ömrünü harcayabilir mi, Doğan Bey?
-Çoğunlukla öyle olur.
-Yani bizim sıkıntılarımız, hüzünlerimiz, depresyonumuz, bize uyanmak için çağrılar yaptığı halde, hiç uyanmadan tüm ömrümüzü geçirebiliriz.

-Benim özüm mutsuzluğunu, sıkıntı ve depresyon halinde ifade ediyordu; öyle mi?
-Evet. Yaşam enerjinizin kaynağı sizin özünüz. Kendi özünüzden koptuğunuz zaman şevkiniz kalmaz. Yaşamınızın anlamı da bu
Yaşam enerjinizin kaynağı sizin özünüz. Kendi özünüzden koptuğunuz zaman şevkiniz kalmaz.
Yaşam Dansı
Arif Bey önemli bir soru sormuştu, açıklamak istedim.
-İnsan doğarken birbirinden farklı, hatta birbirine zıt iki temel gereksinimle doğuyor.
-Sadece iki gereksinimle mi doğuyor?
-Hayır sadece iki gereksinimle doğmuyor. Birçok gereksinimle doğuyor. Bu birçok gereksinim arasında oldukça temel iki gereksinim daha var: Bunlardan biri, ait olma, diğeri de, birey olma gereksinimi.
“Çocuk doğmadan önce anne karnında tamamiyle ‘ait’. Anne onun için nefes alıyor, yiyor, dışkılarını atıyor. Ekmek elden, su gölden çocuk sadece büyüyor. Çocuğun birey olarak yaptığı ilk anlamlı davranış, doğumdan hemen sonra nefes alması. Bu noktadan sonra çocuk yavaş yavaş birey olma yolunda ilerlemeye başlıyor.
“İşte bu ‘ait olma’ ve ‘birey olma’ arasındaki denge her bir bireyin yaşam dansını oluşturur.
‘Ait olma’ ve ‘birey olma’ arasındaki denge her bir bireyin yaşam dansını oluşturur.
-Toplumla, sosyal yaşamla, kültürle ilgili yönlerimiz ait olmayı ifade eden yönlerimizdir: Annemizin dediğini yapmak, komşularımızı küstürmemek, toplumda saygı duyulacak bir meslek seçerek geçim temin etmek, fedakârlık yapmak gibi şeylerin tümü ‘ait olma’ gereksinimimizdir. İstediğimiz için oyun oynamak, eğlenmek, istediğimiz için cinsel ilişkide bulunmak, istediğimiz için kampa gitmek, doğayla ilişki kurmak, hayal kurmak, kısacası kendi özümüz, canımız istediği için yaptığımız şeyler ise ‘birey olma’ gereksinimimizden kaynaklanır.
-Bu dedikleriniz her toplum ve her kişi için geçerli mi?
-Evet, bu söylediklerim evrenseldir; her kültürdeki, her bir insan için geçerlidir.
-Peki ait olma, birey olma dengesi nasıl oluşuyor? Daha doğrusu nasıl oluşmuyor?
-En önemli neden çocuğun içinde yetiştiği aile.
-Doğru söylemedim. En önemlisi çocuğun içinde yetiştiği aileyi biçimleyen kültür. Husserl’in tabiriyle ‘o kültürün niyeti’. Örneğin dört yaşındaki çocuk arkadaşlarıyla oynamak için sokağa çıkarken annesi ona, “hırkanı giy,” der.
“Neden çocuğuna ‘hırkanı giy’ der, anne? Tabii, annelik görevini iyi yapmak istediği için. Çocuğunun hasta olmasını istemediği için. Ayrıca, komşularından, kendi annesinden, kayınvalidesinden öyle görmüştür. Varsayalım ki, anne çocuğun hırkaya ihtiyacı olmadığını düşünsün ve çocuğu sokağa hırkasını giymeden bıraksın. Komşusunun, annesinin, kayınvalidesinin, ‘ne biçim anne, çocuğunu hırkasız sokağa bırakıyor’ demelerinden çekinebilir. Ve böylece, anne, bilinçli veya bilinçsiz, kendi isteği ile veya ‘başkası ne der’ korkusuyla çocuğuna, ‘hırkanı giy’ der. Böyle söylemek o kültürün, ‘insanlar birbirine bağımlı olmalıdır’ niyetine uygun düşer.
“Çocuk kendi bedeninden gelen bilgilere dayanarak, ‘Anne üşümüyorum,’ der.”
-Çocuk “anne üşümüyorum,” dediği noktada, ait olma ve birey olma gelişimi yönünden, kritik bir etkileşim söz konusu. Anne şu seçeneklerden biriyle cevap verebilir:
-Öyle mi yavrum, peki o zaman hırkanı giymene gerek yok. Böyle bir tavır içindeki anne çocuğa şunları ifade etmiş olur: “Sen doğalsın: Sen üşüyüp üşemediğini bilebilecek bir insansın.”
“Sen kendi durumun hakkında karar verebilirsin ve ben o kararlara saygı duyarım. Senin kendi bedeninle ilgili konularda karar verebilme gücün var.”
“Sen ve ben konuşarak beraberce sorunları çözebiliriz. Benim söz hakkım olduğu gibi senin de kendi sorunlarını çözmede söz hakkın var.”
Anne, hırkasını giymek istemeyen çocuğa şöyle de diyebilir:
-Dışarısı soğuk, hasta olursun. Hırkanı giymeden seni dışarıya çıkartmam.
Böyle bir tavır içindeki anne çocuğuna şunları ifade etmiş olur:
“Sen doğal değilsin: Sen üşüyüp üşemediğini bilebilecek bir insan değilsin. O yüzden sen başkasının ne dediğine, kendinin ne dediğinden daha fazla önem vermelisin!”
“Sen kendi durumun hakkında karar veremezsin. Senin kendi bedeninle ilgili konularda karar verebilme gücün yok.”
“Eğer seninle benim aramda bir sorun ortaya çıkarsa o sorunu ben çözerim ve sana ne yapman gerektiğini söylerim. Sen ve ben konuşarak beraberce sorunları çözemeyiz. Benim söz hakkım var, ama senin söz hakkın yok.”
Hırkasını giymek istemeyen çocuğa anne şöyle de diyebilir: -Peki yavrum, hırkanı giymeden dışarı çıkıp oynayabilirsin.
Ama, hırkanı kapının yanındaki sandalyenin üstüne koyuyorum, üşürsen gelip giyebilirsin.
Böyle bir tavır içindeki anne çocuğa şunları ifade etmiş olur:
“Sen doğalsın: Sen üşüyüp üşemediğini bilebilecek bir insansın. Ama, yaşam değişiklikler gerektirebilir, kararını değiştirmen son derece doğal.
“Sen kendi durumun hakkında karar verebilirsin ve istersen o kararını değiştirebilirsin; senin verdiğin kararlara ve o kararları değiştirmene saygı duyarım. Senin kendi bedeninle ilgili konularda karar verebilme ve onları değiştirebilme gücün var.
“Sen ve ben konuşarak beraberce sorunları çözebiliriz. Benim söz hakkım olduğu gibi senin de kendi sorunlarını çözmede söz hakkın var.” (s. 53-55)

Arif Bey konuşmaya başladı:
-Tabii, çocuk annenin verdiği bu mesajların zihinsel olarak farkında değil, sadece sezgi olarak algılar. Ve sezgi olarak algıladığı bu mesajlar içinde kendisinin varoluşu hakkında bir karara varır. Kafamı sallıyorum, çünkü bu verdiğiniz örnek, bir günde böyle yüzlerce etkileşimin olabileceğini, daha doğrusu çocuk büyürken bunlardan binlercesiyle karşı karşıya gelebileceğini bana düşündürdü. Ve birçok anne baba bunların farkında bile değil.
-Evet, maalesef farkında değiller. Çocuk belirsiz bir dünyaya doğar, onu koruyacak, ona emniyet duygusu verecek belirginlik içinde bulunduğu ev ortamından gelir. Çocuk bu güven ortamını ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemez. Bu nedenle, zaman içinde kendi öz benliğinden uzaklaşmayı göze alır ve yavaş yavaş ait olmayı bir varoluş biçimi olarak seçer.
Kaygılar içinde geçen bir yaşam, ‘mış gibi bir yaşam’dan öteye geçemez.
“İşte kendi iç dünyalarından, özlerinden güven alamayan kişiler, Perls’in orta katman dediği hapishanede kalmaya özen gösterirler. Bu, sosyal roller içinde kalmak demektir. Bu, ben kimim sorusuna cevap verirken, ben ‘babayım,’ ‘anneyim,’ ‘evladım,’ ‘komşuyum,’ ‘öğretmenim,’ ‘doktorum,’ ‘Müslümanım,’ ‘Türküm,’ ‘teyzeyim,’ ‘dayıyım,’ demektir.”
‘Mış Gibi Bir Yaşam’
Hemen sağımda, kahvehanenin dışında, orta yaşlı bir çift oturuyordu. Birbirlerine hiç bakmıyorlar, hiç konuşmuyorlardı; ikisi de fiziksel olarak orada idi, ama aralarında ilişki yoktu. Birbirlerine söylecek sözleri kalmamış gibiydi.
Gözlemimi Arif Bey’e söyledim.
-Hocam, bu çok yaygın. Yalnızca bu iki kişiye ait değil; benzerlerine her yerde rastlamak mümkün.
-Evet, ben de görüyorum. İki rol birbiri ile ilişki içinde. İki rol birbiri ile ilişki içinde olunca, kişinin özü geri plana itilir.
“Böyle bir düşünüş biçimindeki kişi sürekli iyi rol oynama kaygısı içindedir: bana iyi baba desinler, bana iyi anne desinler, bana iyi evlat desinler, bana iyi öğretmen desinler kaygısı vardır. “Başkası bana ne der acaba?” kaygısıdır bu. “Beni takdir edecekler mi?” “Bana aferin diyecekler mi?” “Beni alkışlayacaklar mı?”-Bu’ tür bir kaygı içinde hareket eden kişi de bir var olma tarzı içindedir ama sergilediği varoluş, gerçek anlamda kendisi değildir. Ben bu tür yaşama ‘mış gibi yaşam’ adını veriyorum.
‘Mış gibi yaşam’ içinde olanlar kendi varoluşlarını yaşamıyorlar; başkalarının beklentilerini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İşte, sürekli hapishanede olanlar veya bir başka deyişle uykuda olanlar bunlar. Ama, hapishanede olduklarının farkında bile değiller.
Her bir insan, her bir hayvan, her bir bitkinin doğuştan getirdiği tek bir amacı vardır: “kendini olduğu gibi gerçekleştirmek”.
-Hapishanede yaşayanların içine düştükleri bir temel çatışma vardır. Bu temel çatışma hepimizin içinde var. Sizin içinizde de, benim içimde de var. Şu çevrede gördüğünüz herkesin içinde var.”
-Nedir bu temel çatışma, Doğan Bey ?
-Temel çatışma şudur: Her bir insan, her bir hayvan, her bir bitkinin doğuştan getirdiği tek bir amacı vardır: “kendini olduğu gibi gerçekleştirmek”. Şu ağaç, kendisi olabilmek için yıllarını verdi ve başka hiçbir şey değil, ama sadece bu ağaç olmak üzere büyüdü, gelişti, serpildi.
Demin ‘gak’ diyerek uçan karganın yaşamının temel amacı tamamen kendisi yani bir karga olmaktır. Karga kedi olmaya çalışmaz, kedi insan olmaya çalışmaz. Doğada, insanlar hariç tüm yaratıklar, bedenleriyle, davranışlarıyla, sağlıklarıyla, gelişimleriyle tüm yaşam süreçleriyle kendilerini gerçekleştirmek üzere yaşarlar.
“İnsanoğlu dışında tüm yaratıklar kendilerini gerçekleştirmeyi, doğal ortamları içinde kaldıkları sürece, başarıyla tamamlarlar.
-Yani, müdahale edilmediği takdirde kuş kuşluğunu bulur ve yaşar; kaplumbağa kaplumbağalığını gerçekleştirir ve kaplumbağa olarak yaşar. Bunu mu demek istiyorsunuz?
-Evet, doğal ortamları içinde yaşayan bitkiler ve hayvanlar için bunu demek istiyorum.
-Doğal ortamı içinde olmayan bitki ve hayvan var mı?
-Hiç hayvanat bahçesine gittiniz mi?
-Evet, gittim.
-Kafese konmuş hayvanları gözlediniz mi?
-Evet, gözledim. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Kafesteki bir aslanı gördüğüm zaman ne kadar içimin burkulduğunu hatırlıyorum. Zavallı o kafeste kendisi, yani aslan olamıyordu; ve onun kafesindeki çaresiz gezinişi beni çok üzmüştü.
- Bonzai ağaçları fidanken sistematik bir şekilde budanıyor ve bu özel budanma biçimi içinde biçimlerini koruyorlar, ama, gelişip dallanıp budaklanıp ulu bir ağaç olamıyorlar.
-Biz insanlar kafese konmuş aslan, ya da budanan ağaç gibi miyiz?
-’Mış gibi bir yaşam’ içinde olanlar için evet.
-Savaşçı olmadığınız için, sıradan bir insan olarak bu duruma tepkide bulunuyorsunuz.
-Bu savaşçı tutumunu merak etmeye başladım. Savaşçı öfkelenmez mi? Savaşçı tutumundan ne zaman söz etmeye başlayacaksınız?
-’Farkında olmamak,’ ‘baktığını görememek,’ anlamında kullanıyorum. Geçen gün ‘uyanmak’ kelimesinin anlamına Ali Püsküllüoğlu’nun Arkadaş Türkçe Sözlük’ünden baktım, şunları yazıyor:
“Uyanmak (nsz) 1 uyku durumundan çıkmak. 2 gerçekleri anlar, kavrar duruma gelmek. 3 mec. bilgisizlikten kurtulmak. 4 (bitkiler için) canlanıp sürmeye, yeşermeye başlamak. 5 mec. Ortaya çıkmak, depreşmek, belirmek. 6 arg. ergenleşmek. 7 arg. Cin-«sel yönden hazır duruma gelmek.”
Arif Bey, beni dinledikten sonra, “Sanırım bizim konuştuğumuz uyanış ikinci ve üçüncü anlamda. Yani hapishanede olduğumuzu bilmez durumdayken, hapishanede olduğumuzun farkına varınca, ‘gerçekleri anlar, kavrar duruma gelmiş,’ ve ‘bilgisizlikten kurtulmuş’ oluyoruz. -Evet.
-İnsanların büyük bir kısmının ‘uyur gezer’ bir durumda yaşadığını söyleyebilir miyiz?
-Evet, diyebiliriz. Psikoloji terimleri içinde buna trans hali deniyor.
-Trans, hipnotizma yapılan insanın içinde bulunduğu durum değil mi?
-Klasik olarak bu anlamda kullanılıyor. Günlük yaşamda da biz trans halini gösteriyoruz. Trans nedir? Eğer bir insan başka bir kişinin, ya da kurumun etkisi altına giriyor ve bu etki altında irdeleme ve eleştirme yetilerini kullanmayı yitiriyorsa, buna trans hali diyoruz.
“Weitzenhoffer adında bir psikolog der ki, “İnsanların yapılan önerilere eleştirel bakmadan uydukları her yerde trans vardır. Bu anlamda hipnotik ve uyanık durumlar arasında fark yoktur. Eğer bir kişi, başka birinin dediğini süreçlemeden, eleştirmeden olduğu gibi kabul edip yapıyorsa, orada trans vardır. Birinin dediğinden yeteri kadar etkilenerek onun dediğini yapmak hipnozun etkisi altında olmakla aynı şeydir.”
-Yani şu anda trans halindeyim.
-Sen de öyle, ben de öyle.
-Peki kim trans halinde değil?
-Savaşçı.
-Trans halinde olduğumu bana nasıl kanıtlayabilirsiniz? -Şu an hâlâ hapishanede olduğunuzu göstererek. -Şu an hâlâ hapishanede olduğumu nasıl kanıtlayabilirsiniz? -’Mış gibi bir yaşam’ yaşıyor olmanızla. -Şu anda ‘mış gibi bir hayat’ mı yaşıyorum?
-Şimdi beni iyi dinleyin sevgili Arif Bey; eğer siz ait olma ve birey olma dengesini bulmuş, ne yapmak istediğine kendi özgür iradesiyle karar vermiş ve bu kararının anlamını iyice kavramış biri olsa idiniz, benimle burada bu konuları konuşarak zaman geçirmezdiniz. Şimdi siz bir savaşçı olarak daha iyi, daha etkili, daha güçlü bir öğretmen olma süreci içinde olurdunuz. Bu süreç içinde olmak için de kimseden izin almak ya da özür dilemek gereğini duymazdınız. Şu ağacın kendisini gerçekleştirmesi yönünde gelişmesi gibi, Arif Okurer olarak öğretmen olma yolunda gelişiyor olurdunuz.
“Ama şimdi kafanız karışık. Neden? Çünkü sizin hapishane arkadaşlarınız, ‘Niye böyle karar verdin? Akıllı adam böyle karar verir mi? Sen evlenmeye dahi değmezsin! Sen ev dahi kiralayamazsın!’ diyorlar. Ve siz o kadar ‘uyuyorsunuz’ ki, onların ’sen Arif Okurer olamazsın!’ dediğinin dahi farkında değilsiniz. İşte sözünü ettiğim trans bu.”
-Ne dediğinizi şimdi daha iyi anlıyorum . -Onların böyle şeyler söylemesi sizi neden bu kadar etkiliyor? Çünkü ait olmaya çok önem veren bir düşünüş tarzı içindesiniz; yani övgü bekleyen, aferin bekleyen, takdir, beğeni, mükâfat bekleyen milyarlarca insandan birisiniz. Ben de öyleyim. Sizinle benim aramdaki tek fark, belki de benim böyle olduğumun, yani hapishanede olduğumun biraz daha farkında olmam.
-O zaman savaşçının dışındaki herkes gerçekten özgür değil. -Kesinlikle.
-Doğan Bey, bu ağır bir ifade. Yani şu çevremizde gördüğümüz analar, babalar, kadınlar, erkekler, şu el ele tutuşmuş gençler, garson, yani bütün bu insanlar özgür değil mi? -Eğer savaşçı olmamışlarsa, değiller. -Savaşçı olup olmadıklarını anlayabilir misiniz? -Yani bir insana dışarıdan bakıp onun savaşçı olup olmadığını anlayabilir miyiz, diye mi soruyorsunuz? -Evet.
-Hayır, anlayamayız. Savaşçıyı anlayabilmek için onun iç dünyasını bilmek gerekir. Savaşçıyı savaşçı yapan onun kendine, topluma, yaşama bakış tarzıdır, yaşam felsefesi ve bu yaşam felsefesi içinde yaptığı eylemdir; kişinin savaşçı olup olmadığını anlayabilmemiz için o bakış tarzını, felsefeyi bilmemiz ve eylemini gözlememiz gerekir. Bu yaşam felsefesi ile davranışlarının uyup uymadığına, yani onun kişisel bütünlüğüne bakmamız gerekir.
-Anladığım kadarıyla savaşçı ‘uyanık’ biridir.
-Daha doğrusu ‘uyanmış’ biridir. Savaşçının gözlemleyen bilinci dipdiri ayaktadır. Yaşam dansını yaparken ait olma ve birey olma dengesini bu bilinç sayesinde ayarlar.
-Savaşçı hapishaneden çıkmış biridir, öyle mi?
-Savaşçı önce hapishanede olduğunun farkına varır. Bu hemen hapishaneden çıkmasına olanak sağlamaz. Ama, bu uyanıştan sonra savaşçı stratejik bir yaşam yaşamaya başlar. Konuştuğu her kelimeyi, yaptığı her davranışı ait olma-birey olma yaşam dansının bilinci içinde gerçekleştirir. Bazen savaşçı bilerek hapishaneye geri döner ve onlardan biri olarak diğer tutuklularla beraber yaşar. Ama bu, belirli bir amaca hizmet etmek üzere bilinçli bir seçim olarak yapılmıştır ve bu bilinçli seçim onu diğer tutuklulardan farklı kılar.”
İnsanlar mutlaka sosyal roller içinde bulunacaktır ve sosyal roller içinde yaşamını sürdürecektir. Önemli olan, bu sosyal rollerin ona empoze mi edilmiş, yoksa kendi isteği ile mi bu sosyal rolleri yüklenmiş olduğudur.
Barışçı mı, Savaşçı mı?
Bir süre sessiz yürüdükten sonra, Arif Bey, “aslında savaşçı kavramı ile kendisinin pek rahat olmadığını,” söyledi. Ve aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-Savaşçı kavramı sizi niçin rahatsız ediyor?
-Barışı değil, savaşı çağrıştırdığı için!
-Hiç ‘barışçı’ diye bir kavram duydunuz mu?
-Savaşçı kadar sık değil, ama insanlardan ‘barışçı bir kişi’ biçiminde söz edildiğini duydum.
-Aslında bizim sözünü ettiğimiz savaşçının adı, ‘barışçı’ olmalı. Ama, barışın olabilmesi için büyük bir savaşın verilmesi gerekiyor. O nedenle gerçek ‘barışçı’ önce savaşçı olmak zorunda.
-Ne anlamda savaşçı olmak zorunda?
Barışın olabilmesi için önce büyük bir savaş verilmelidir. O nedenle gerçek ‘barışçı’ önce iyi bir ’savaşçı’ olmalıdır.
-e. e. cummings’in dediği anlamda. Savaşçı olabilmesi için kişinin önce uyanarak hapishanesinin farkına varması gerekir. Kişinin kendi hapishanesinin farkına varması oldukça cesaret isteyen bir iştir.
-Cesaret yalnız savaşçıda yok ki! Barışçı olabilmek daha büyük cesaret ister.
-Kesinlikle katılıyorum. Ama, sizin düşündüğünüz barışçı, alışılagelmiş düşünce içinde algıladığımız barışçı değil. Biz barışçı deyince genellikle suya sabuna dokunmayan, Nasreddin Hoca’nın hikâyesinde tanımladığı, herkese “sen de haklısın!” diyen, bukalemun gibi ortamın rengine uyan, sorun çıkarmayan insanı algılarız.
-Ama, o anlamda bir barışçıdan söz etmiyorum.
-Savaşçının cesur olması gerektiğini görebiliyorum. Her şeyden önce kişi kim olduğunu görmekten korkmamalı. Sanırım ilk adım bu!
-Cesaretin en belirgin tanımını yaptınız. “Kişinin kendi potansiyeline inanarak, kendisinden korkmadan, kendini gerçekleştirme yolunda yaşaması.” Ağaç kendi olmaktan korksa, kendi olmaktan utansa, tüm potansiyelini gerçekleştirerek ulu bir ağaç olamaz. Cılız bir fidan olarak kalır.
-Bana öyle geliyor ki, gerçek cesaretin temeli kişinin kendisinden korkmaması.
-Kişinin korkmadan kendiyle yüzleşmesi, onun gerçek mücadeleye hazır olduğunu gösterir.
-’Gerçek mücadele’ sözünü kullanmanız bana ilginç geldi. ‘Sahte mücadele’ var mı?
-Ah Arif Bey, lütfen çevrenize gören gözlerle bakın. Sanırım siz de benim gibi, hep ‘mış gibi yaşayan’ insanların, ‘mış gibi mücadele’lerini göreceksiniz.
-Yani, gerçekten, inandıkları için değil, başkalarına göstermelik olsun diye, takdir toplamak için mücadele eden insanlardan bahsediyorsunuz.
-Evet onlardan söz ediyorum.
-Yine ait olma-birey olma dansına geldik galiba?
-Evet! Zaten savaşçıyı tanımlayan bu dans. Savaşçı kendisiyle mücadele ederken, savaşçı olmak yolunda ilerlemek için kendisiyle yüzleşir, hesaplaşır; zorlu bir savaştır bu. Gerçek mücadele budur ve bu nedenle ’savaşçı’ sözünü seçiyorum. (s. 66-67)

Niyet
-Gözlerimi kapattırmış ve bir uygulama yaptırmıştınız. Benim yalnızca bedenimden, yalnızca düşüncelerimden ya da duygularımdan ibaret olmadığımı bana hissettiren şeyin, aslında, bana özgü devam eden bir bilinç olduğunu keşfettirmiştiniz.
-Evet, bu bilince ‘gözlemleyen ben,’ veya ‘gözlemleyen bilinç’ adını veriyoruz. Bir de bilincimizin gözlemlediği, etten kemikten, arzulardan, gereksinmelerden oluşan nesnel bir tarafımız var. Bu konuşmalarımız süresince ben buna ‘ego’ diyeceğim
-Bu gözlemleyen benden farklı bir ben.
-Evet, bu fark çok kritik, can alıcı bir fark. Gözlemleyen ben ve gözlemlenen nesnel ben -ego- farklı dinamikler içinde çalışırlar. Nesnel ben gereksinmeler dinamiği içinde çalışır, ve bu gereksinmeler içinde ortamı algılar. Sınırları, farklılıkları algılamaya önem verir. Bir ormanda avını arayan avcının veya bir şehirde müşteri gözeterek süren bir taksi şoförünün algılaması ve davranışı nesnel beni tarafından yönetilmektedir. Böyle bir algılama içinde nesneler birbirlerinden ayrı, belirgin şekilde farklı algılanırlar. Bu tür bir algılama organizmanın kendi işine yarayan şeyleri hemen algılamasına ve onlara yönelmesine yol açar.
Savaşçı, gözlemleyen bilincini sürekli canlı tutabilmeyi başaran bir insandır.
-Nesnel ben gereksinmeleri karşılamak, sorunları çözmek, kendini korumak, sorulara cevap vermek gibi süreçler içindeyken, bir de bütün bu süreçlerin farkında olabilen, bütün bu olan bitenlerin üstünde yer alabilen bir bilinç var.
-Gözlemleyen bilinç.
-Evet, gözlemleyen bilinç. İşte savaşçı, gözlemleyen bilincini sürekli canlı tutabilmeyi başaran bir insandır. Nesnel ben her ortamda uğraşırken, çalışırken, süreçlerken, gözlemleyen bilinç daha bir üst düzeyde her şeyin farkında olmaya devam eder; ve bu olup bitenlere bir başka düzeyde -ki çoğu kere bu üst düzeye metadüzey adı verilir- anlam verir.
-Yani savaşçı sürekli, ‘ben şimdi bu insanla niçin konuşuyorum?’ ‘ben şimdi bu kadına niçin bakıyorum?’ ‘ben şimdi niçin burada oturmuş yemek yiyorum?’ sorularının farkında olan birisi.
-Gerçekten savaşçı olmayı başarmışsa, evet.
-Yani sürekli iki düzeyde yaşıyan birisi: ilk düzey, nesnel ben düzeyi; bu düzeyde diğer insanlar gibi kendi gereksinmelerini karşılamak üzere toplumun sıradan bir üyesi olarak yaşamaya devam ediyor; ama, bir başka düzeyde ise, gerçek kişinin bütün bu uğraşılar arasında koşturan kişi değil, gerçek kendisinin bütün bunların bilincinde olan, neyi niçin yaptığını bilen bilinç olduğunu unutmuyor. Peki ama, gözlemleyen bilince nasıl ulaşıyor? (s. 80-82)
“Daha Büyük Bir Resim Gereksinimi
-Kişinin ortama getirdiği niyet, onun neyi algılayacağını, nasıl bir bilinç içinde olacağını belirlemektedir demiştik. Nesnel ben, yani ego, denetlemeye ve sahip olmaya önem verir. Nesnel ben içinde kaldığımız sürece, parçası olduğumuz daha büyük resmi, ve bu resim içindeki diğer şeylerle nasıl bir ilişki içinde olduğumuzu göremeyiz. Nesnel ben, ego, kendisinden daha büyük bir özdeşim kazanmanızı engeller; ego, sürekli bencildir, ve her şeyi kendi çıkarı açısından görür.
Dinlerin ve mistik geleneklerin yapmaya çalıştığı şey, bu nesnel benin sınırlarını aşarak, daha büyük bir realitenin, daha kapsamlı bir gerçeğin parçası olduğumuzu anlamamızı sağlamaktır.
Böylece kendimizi, diğer insan ve varlıklardan kopuk, ayrı, ilişkisiz görecek yerde, daha kapsamlı bir gerçeklik içinde, şimdiye kadar görmediğimiz bir biçimde görebiliriz.
Dinler bu kapsamlı gerçeklik içinde yaşamanın erdemlerini ortaya koyarken, anlatmaya çalışırken ceza ve ödül kavramlarını sık sık kullanırlar. Böylece, kendilerini belirli bir dinin mensubu olarak gören birçok kişi, o dinle aralarında, ilkokul öğrencilerinin öğretmenleriyle kurduğu ilişkiler türünden bir ilişki geliştirirler.
-İlkokul öğrencilerinin çoğu, bilgiyi bilgi olduğu için öğrenmek istemez; ödevlerini bilgiye önem verdiği için yapmaz.
-Çocuk henüz o yaşta, bilgiden çok, öğretmeni tarafından takdir edilmek, öğretmeninin gözüne girmek, ondan aferin almak için ‘iyi öğrenci’ olmaya çalışır.
-Doğru, Doğan Bey. Kendi öğrencilerimde de bunu gözlüyorum.
-Kendilerini dindar gören, ve iyi bir dindar olmak için davranan insanları yakından gözle, ve neler söylediklerini dinle; ilahi bir muhasebeciyle oldukça ciddi bir alışveriş ilişkisi içinde olduklarını görürsünüz.
-Neyin sevap olduğunu, ne kadar sevap olduğunu, neyin ne kadar günah olduğunu, bu kadar sevap biriktirirsen nelere layık olduğunu, ne kadar günah olursa, öbür dünyada başına neler geleceğini hesaplayanları kastediyorsunuz, herhalde?
-Evet, bu tip dindarlardan iyi tüccar çıkar. Çünkü, tüm düşünüşleri çıkar bilinci içinde yapılanmıştır.
Arif Bey, gülümseyerek aklına gelen bir olayı anlattı: -Tanıdığımız bir avukat vardı. Oldukça dindar geçinirdi. Sakalı, giyinişi, yürüyüşü, konuşuşu hep, ‘ben dindar bir adamım,’ mesajını vermek üzere yerli yerine konmuştu. Bir gün müşterek tanıdığımız birinden öfke ile söz etti. Kızdığı insan ona bir kötülük etmiş. O da bunun altında kalmak istemiyordu. “O’na öyle bir iş edeceğim ki, anasından emdiği süt burnundan gelecek,” diyordu.
Bir süre düşündükten sonra, “Biliyorum, ben de günaha gireceğim,’” diye devam etti. “Ama, alt tarafı bir hacca gitmek; bir hacca gider, ondan gelen sevapla günahımın altından kalkarım. Ama, o deyusun da ağzının payını vermiş olurum!” Bu olayı hiç unutmuyorum. Bu avukatın dindarlığı bana tüccarca gelmişti; şimdi siz bu konuda konuşurken o aklıma geldi.
-Tam uygun,bir örnek. Hani, ‘cuk diye oturdu’ derler, ya, işte öyle oldu.
-Dindar geçinen kişi, dini faaliyetlerini -yani ibadetini, iyilik davranışlarını- bu dünyada veya öbür dünyada elde edeceği bazı kazançlar için yapıyorsa, bu kişi nesnel beni -egosu- ile hareket ediyor, diyemez miyiz?
-Bir örnek verir misiniz?
-Fakire sadaka ya da zekat veren birini düşünün. “Neden sadaka ya da zekat veriyorsun?” diye sorduğumuzda, “Vermek sevap, vermemek günah” diye cevap vermiş olduğunu düşünelim. O zaman soru, “Neden sevap kazanmak istiyorsun, veya günahtan kaçınmak istiyorsun?”a dönüşecektir. Bu soruya cevap olarak gelecek olan cümlede, “çünkü,” kelimesinden sonra mutlaka bir çıkar ifade edilecektir; “çünkü, cennete gitmek istiyorum, veya cehenneme gitmek istemiyorum,” gibi.
-Böyle bir algılamanın, daha doğrusu böyle bir düşünüş tarzının nesnel bene ait olduğu sonucuna nasıl varıyorsunuz?
-Doğan Bey, siz demediniz mi?
-Neyi Arif Bey?
-’Nesnel ben -ego-, gereksinmelerini karşılamaya yönelmiştir ve onun için denetlemeye ve sahip olmaya önem verir,’ anlamında konuşmuştunuz; öyle değil mi?
-Evet, doğru hatırlıyorsunuz.
-‘Cennete gitmek,’ veya ‘cehenneme gitmemek’ amacına yönelik kalındığı sürece hep nesnel ben düzeyinde kalınmış olmaz mı? Arif Bey’in söyledikleri doğruydu; bunu daha önce düşünmemiştim. Arif Bey’e, bunu daha önce düşünmediğimi, ama o söyleyince şimdi görebildiğimi, ve onunla hemfikir olduğumu söyledim. Ve devam ettim:
-Arif Bey, tabii samimi dindarların niyetleri ve bu nedenle yaşama yaklaşışları son derece farklı.
-Onu biraz açar mısınız, Doğan Bey.
-Samimi dindar, daha büyük bir realitenin, kapsamlı bir bütünün anlamlı bir parçası olmanın bilinci ve ‘hizmet sorumluluğu’ içinde yaşamına yön verir.
-Yani? -Yani…….
Bir süre düşündüm, ve bir örnekle konuya açıklık getirmek istedim.
-Yani, ‘mış gibi dindar’ fakire sadaka verirken, ’sevap – cennet’ çıkarı içinde güdülenirken, gerçek dindar, ‘insan kardeşimin ıstırabı, aslında, büyük resim içinde, benim ailemin ıstırabı’ olarak görür ve yaşamın bütününe hizmet etmeden kendi yaşamının anlamlı olamayacağını bilir. Gerçek dindarın sadaka verişi farklıdır. ‘Mış gibi dindar’ sadaka vermeden önce vereceği parayı üç defa başının üstünden geçirebilir, ‘başımın, gözümün sadakası olsun,’ gibi laflar mırıldanabilir veya benzeri şeyler yapabilir. Sadaka verirken, sadaka vermek kendisi için ne çıkar sağlayacak, onu düşünmüş ve bu bilinçle güdülenmiştir.
-Gerçek dindar nasıl sadaka verir, Hocam?
-Gerçek dindar, büyük resmin bilincinde davranır. ‘Bu insana nasıl hizmet edebilirim,’ diye düşünür. O nedenle samimi dindar, sokakta, “Allah rızası için, başınızın, gözünüzün sadakası için” diyerek dilenenlere para vererek yardım etmekten ziyade, onları dilenci olmaktan kurtaracak bir yardımı daha anlamlı bulur.
“Fakir bir ailenin okumaya çalışan, çabalayan, yetenekli çocuğuna hiç karşılık beklemeden burs vermeyi yeğler. O çocuğun gelişmesinin kendisinin de sorumluluğu olduğunu görür. Çünkü büyük resim, tüm mahallenin, kentin, ülkenin, bütün insanların, hatta tüm yaratıkların birbirini etkilediği, birbiriyle ilişki içinde olduğu ‘bir büyük aile gerçeği’ni ifade eder.
“Yavrusunu doğurmak üzere kapalı bir yer arayan ana kediye, onun yavrusunu doğurabileceği bir kutu bulmaya çalışır. Su bulmakta güçlük çeken kuşların farkında ise, onların gelip rahatlıkla su içebileceği olanaklar yaratmaya uğraşır. Trafikte korkmuş, donmuş kalmış, karşıya geçemeyen hiç tanımadığı yaşlı kadına sevap, günah düşünmeden el uzatır.
“Kısacası, Arif Bey, gerçek dindar, bu evrenin sorumlu bir vatandaşıdır; o bilinç içinde duyar, algılar, düşünür, ve eyleme geçer.”
-Ama, çevremde dindar geçinenlerin çoğunu böyle görmüyorum.
-Çevremizde gördüklerimizin büyük bir çoğunluğu ‘görünüm için dindar’ izlenimi veriyor. Ait olma bilinci içinde, içinde yaşadıkları cemaatle ilişkileri onlar için birinci derecede önem kazanmış görünüyor. Sanki ellerinde pankartlarla, cemaate: Gerçek dindar,
“Bana bakın; şalvarım, sakalım, bu evrenin sorumlu türbanım, ceketim, yeleğim, hatta yüz ifadem tam bir dindar görünümünde.” diyorlar,
-’Mış gibi dindar’ dediğiniz insanlar bunlar mı?
-Samimi dindar bu tür gösterişlere itibar etmez. Hatta bu tür gösterişlere önem verdiği sürece bir insanın Yüce Tanrı’yı gerçekten içinde hissedemeyeceğini düşünür. Evet, ‘mış gibi dindar’ dediklerimiz bunlar.” (s. 87-88)
İçtenlik
-Bir insanın içten olup olmadığını anlayabilmek için onun niyetini bilmek gerekir. Daha doğru bir ifade ile, içtenlik niyetin dürüstçe ifadesi olarak tanımlanır. Bir öğrenciyi düşün, okula gidiyor, o kadar zamanını veriyor. Bu samimi, içten bir öğrenci mi? Eğer öğrenmeyi, bilgiyi gerçek güdü olarak yaşatıyorsa, evet. Ama, yalnızca sınıfın birincisi olmak, sırf öğretmenden aferin almak, sadece sınıfı geçince alınacak bisiklete sahip olmak için çalışıyorsa, onun öğrenciliğinde içtenlik yok demektir.
-Bunun savaşçı konusuyla ilgisi ne, Doğan Bey?
-Savaşçı içten değilse, hiçbir zaman savaşçı olamaz. Çünkü hiç kimse, gerçek savaşçının dış görünümünden onun savaşçı olduğunu anlayamaz. Savaşçı ancak bir savaşçı tutumu içinde yaşamaya kendini adadığı zaman, ve hiç kimseden övgü beklemeden, ilgi beklemeden, destek ve takdir beklemeden sırf kendi yaşamının anlamı için kendini buna adadığı zaman savaşçı olma yolunda a-dım atmış olur.
“Savaşçı başkası için değil, kendi gönlü, kendi niyeti ile, kendi yaşamı için savaşçıdır.”
Savaşçı başkası için değil, kendi gönlü, kendi niyeti ile, kendi yaşamı için savaşçıdır.
-Yani içtenlik, özgünlük, savaşçının temel özelliklerinden biri.
-Gösteriş dindarlarının savaşçı olması mümkün gözükmüyor, o zaman. Doğru düşünüyor muyum? Yani giydiği şalvarı, taktığı türbanı, bıraktığı sakalı ile tüm dünyaya, ‘Bakın ben dindarım!’ diyen gruptakilerin savaşçı olması mümkün gözükmüyor!
-Haklısınız. Onların gerçek niyetleri -ki bu niyet bilinçli olabilir, veya taklit olarak başkasından alınmış sezgisel düzeyde hissedilen bir niyet olabilir- başkaları tarafından dindar bilinerek görecekleri kabulde, elde edecekleri kazançta, güçte, şöhrette odaklanmış olabilir. Gerçek niyetleri ile gösterdikleri niyet arasında bir tutarlılık yoktur; bu nedenle sizin dediğiniz gibi, yaşamlarında içtenlik yoktur. Kendini aldatmamakla başlar ’savaşçı’lık. (s. 90)

“Kişinin niyeti, motivasyonu onun bilincinin, algılamasının yapısını oluşturur.
Savaşçının kişisel bütünlük içinde olması vazgeçilmez bir önkoşuldur.
Umarım şu ana kadar konuşmalarımızdan şunu görebildiniz: Kişinin niyeti, motivasyonu onun bilincinin, algılamasının yapısını oluşturur.
Tenis oynamak isteyen birini düşün. İyi bir hoca buluyor, ve hoca ona tenisi öğretmeyi kabul ediyor. Hocayla konuşuyor, ne kadar zaman alacağını soruyor; hoca hangi amaç için ne kadar zaman alacağını sorduğunu öğrenmek istiyor. “Şöyle arkadaşlarla oynayıp onları ne zaman yener hale geleceğim,” diyor. Öğretmen, haftada üç saat ciddi olarak çalışırsan, bir, birbuçuk yıl sonra yenmesine oynayabilirsin diyor. Ve tenis oynama isteği adamda balon gibi sönüyor. Neden? Çünkü adamın niyeti tenis oynamak değil, tenisi kullanarak arkadaşlarını yenmek, onlara üstün olduğunu göstermek. İçindeki gerçek niyet ile yapılan davranış birbirine uymuyor.”
Ve konuşmaya devam ettim:
-Açgözlülük ve cömertlik konusunu alalım. Sahip olmak ve sahip olduğunu elinde tutmak, çoğaltmak isteği korkuya götürür.
-Anlayamadım. Niçin sahip olmak korkuya götürsün?
-Kişi elinde kalmasını istediği için sahip olmak ister, değil mi?
-Evet, sanırım öyle. Yani kaybetmek istediği bir şey için niçin çaba sarf etsin?
-Tabii, haklısın. Bu ne demek oluyor: sahip olduğum her şeyi kaybetmemeyi düşünerek sahip oluyorum, demektir. Böylece, sahip olduğum şeylerin sayısı arttıkça, kaybetmekten korktuğum şeylerin sayısı da artacaktır. Öyle değil mi?
-Evet, doğru, böyle olması gerekir. Bunu daha önce böylesine hiç düşünmemiştim,
Kaybetmekten korkan insan, daha çoğuna sahip olmak ister ki, sahip olduğu bazı şeyler kaybolursa, hiç olmazsa elindekiler geriye kalsın.
-Böylece, fazlasıyla sahip olmaya yönelik kişi sonu gelmeyen bir doyumsuzluğa kendini kaptırır.
-O zaman, şöyle diyebilir miyiz, Doğan Bey? Nesnel ben bilinci içinde yaşamını sürdüren sıradan insan, mal mülk kazanmaya başladıkça diğer insanlara daha korkarak bakmaya başlar.
-Eğer, diğer insanlarla ilişkisi sen ben bilinci içinde ise, evet. Böyle bir insan çevresindeki insanlara iki gruptan hangisine giriyor diye bakar. Yani böyle bir insan bir diğeriyle karşılaştığı zaman şu gözle bir değerlendirme yapar: Kendinden daha zayıf, daha bilgisiz, daha çaresiz insanlarla karşılaştığı zaman, “Bu karşılaştığım insan malı elinden alınacak, benim yararlanabileceğim biri mi?”
-Gerçekten cömert insan büyük resmin, bütünün bilincinde olan insandır. Bu insan diğer insanların yaşamı tehlikeye girdiğinde çabalar, uğraşır, bir şeyler yaparak onlara yardımcı olmaya gayret eder. Karşılığında ne bekler?
-Sadece teşekkür!
-Hayır! Gerçekten cömert insan karşılığında teşekkür de beklemez. Beklediği tek şey, yaptığı yardımın işe yaraması, hedefini bulması, ihtiyacı olan insanların yaşamında olumlu bir sonuç vermesidir. Teşekkür beklemek nesnel bene ait bir olaydır.
Nesnel ben cömert olamaz. Nesnel ben korku ve kaygıyla sürekli sahip olmak ister; vermek istemez. Verdiği zaman, verdiği şeyin karşılığını daha iyi alacağını umut ediyordur.
-Yani, bir tür alış veriştir. Ona karşılığında bir şey vereceğimizi bildiği için verir.
-Nesnel benin cömertliği aynen böyledir. Öte yandan, nesnel beni aşmış olan kişi, gözlemleyen benin bilincinde vermeye karar vermiş kişi, farklı bir bakış açısına sahiptir. O verdiği zaman daha özgürleşir, daha bilgeleşir, çünkü vermenin bir hizmet olduğunu bilir; diğerleriyle anlamlı bir ilişki içinde olan insanların birbirlerine hizmet etmesi gerektiğinin bilinci içinde verir.
-O zaman şunu söyleyebilir miyiz: gözlemleyen ben insanı özgürlüğe, daha gelişmiş bir bilince, bilgeliğe götüren bir yola yöneltir. Nesnel ben yani ego ise, kişiyi daha korkak, daha bencil, kaygılı, yani daha az özgür yapar. Bunu söyleyebilir miyiz?
-Evet söyleyebiliriz. Gözlemleyen bilince ulaşmış savaşçı bir ortama girdiği zaman “bu ortamdan neler öğrenebilirim,” “büyük resme nasıl hizmet edebilirim,” “ortama nasıl bir artı değer katarak hayatımı daha anlamlı kılabilirim,” niyetiyle bakarken, egosuyla güdülenmiş biri, aynı ortama “kimi kendi yararım için kullanabilirim,” diye bakar.
-Doğan Bey, Ahmet Altan’ın Tehlikeli Masallar kitabını okudunuz mu?
-Evet okudum. Bir Ahmet Altan hayranıyım. -Niye Hocam?
-Bir kere güçlü bir algılaması ve algıladıklarını anlatabilecek güçlü bir kalemi var. Türkçe’yi zenginleştirenlerden biri olarak görüyorum onu. Neden sordunuz?
Çantasından Tehlikeli Masallar kitabını çıkardı, sayfalarını çevirmeye başladı; bir yandan da konuşuyordu:
-Gelip giderken vapurda şimdi bu kitabı okuyorum. Buraya gelirken okuduğum bir kısım, sahip olmak isteyen, ve daha sonra sahip olduğu şeyi kaybetmekten korkan insanın durumunu hatırlattı. Hah, evet, buldum, izin verirseniz, okumak istiyorum.
Yirmi altıncı sayfanın alt paragrafı kurşun kalemle işaretlenmişti.
-Sen de mi okurken kitaplarını işaretlersin?
-Evet, işaretlerim. Eğer elimde kalem yoksa, kitap okurken bir eksiklik hissederim. Daha sonra işaretlediği yeri okumaya başladı:
“-Neden bıraktın beni?
“Bu, basit ve sıradan bir soruydu, ama ilişkimizin belki de bütün çıkmazı bu sorunun yanıtında gizliydi. Bu sıradan sorunun yanıtı da aslında o kadar basit ve sıradandı ki, bu sıradanlık yanıtın inandırıcılığını yok ediyordu. Sevdikçe, sevdiklerinden daha çok korkan insanların, başkalarına inanılmaz, tuhaf ve yabancı gözüken davranışlarını Sevda’ya anlatmam mümkün değildi. Bunu ne anlar ne de buna inanırdı. Ona. “”Seni çok sevdiğim için seninle olamazdım, sana duyduğum sevgi çok korkuttu beni,” diyemezdim. O bir kadındı, sevgiden korkmaz, aksine sevdikçe daha cesur ve atak olurdu.”
“Bense korkuyordum. Bir kadına daha çok sevip daha çok bağlandıkça, bir gün onu kaybedip yapayalnız, acılarla kalmak
“En korkunç gerçekler, söylenmeye değmeyecek kadar basit olan bildik gerçeklerdir.”
Ahmet Altan Tehlikeli Masallar”
(s. 96)
Cesaret, egonun denetiminden çıkmayı göze almak demektir.
Arif Bey de sessiz sakin kendince çevresine bakıp, gözlemler yapıyor. Konuşmaya başlayarak sessizliği bozdum:
-Sokrat, “incelenmemiş bir hayat, yaşamaya değmez,” der. Kişinin incelemesi ve farkına varması gereken ilk şey, hangi ortamda hangi niyetle insanlara, olaylara baktığıdır. Eflatun, “Kendini bil,” der. Kendini bil birçok anlama gelebilir: ne istediğini bil; kendi sınırlarını ve zayıflıklarını bil; diğer insanlar seni nasıl algılıyorlar farkında ol, gibi. Daha birçok anlamı olabilir, “kendini bil,” sözünün.
“Savaşçı önce kendi niyetinin, güdülerinin, isteklerinin farkına vararak işe başlar. Daha önceki kitaplarımda sözünü ettiğim Kızılderili bilge don Juan, ‘Savaşçının en büyük gücü, onun niyetinin saflığındadır‘ der.
“Savaşçının en büyük gücü, onun niyetinin ’saflığındadır.” Don Juan
Savaşçı ortama getirdiği bilincin derecesinden yüzde yüz sorumluluk almasını bilir.
-Evet. Bir insanın herhangi bir konuyla gerçekten ilgilenip ilgilenmediğini, o konu konuşulurken ortama getirdiği farkında oluşun, bilincin derecesi gösterir.
-Bunun savaşçı konusuyla ilişkisi şu: Savaşçı ortama getirdiği bilincin derecesinden yüzde yüz sorumluluk almasını bilir. Niyetinin saflığı içinde kendini yüzde yüz ilgilendiği konuya verir. İlgilenmiyorsa, ‘mış gibi’ ilgilenmez. Dürüsttür.
-Savaşçı bir ortama girdiği zaman kendi niyetinden, niyetinin saflığından emindir. Tamam, bunu kabul ediyorum. Ama, anladığım kadarıyla savaşçı da bizim gibi bir toplum içinde yaşıyor ve onun da tanıdıkları, bildikleri, ailesi, dostları var. Kendi istediğini bilmesi yeter mi? Çevresindekilerin istediklerini de hesaba katmak zorunda değil mi?
-Aslında bu bizi daha önce konuştuğumuz hapishane konusuna, ait olma birey olma dengesi ve yaşam dansı farkındalıklarına geri götürüyor. Savaşçı ‘evet’ini ve ‘hayır’ını keşfetmiş biridir. Bu evet ve hayır dengesi içine kişinin yakınları, dostları, ailesi, çevresi girer. Yani savaşçı ortama getirdiği bilinçte bütün dinamikler üzerinde düşünüp karar vermiştir.
Savaşçı şunun farkındadır: ‘Hayır’ demesini bilemeyen kişi güçsüz kişidir. Hayır demesini bilmeyen kişinin ‘evet’inin de anlamı yoktur. Kendi yaşamlarının liderliğine soyunmuş kişiler, ‘hayır’ ve ‘evet’ kelimelerinin tam-eksiksiz-tüm birer cümle olduğunu bilirler. ‘Hayır’ ve ‘evet’leriyle savaşçı hem kendinin hem de ilişki içinde olduğu insanların sınırlarına saygılıdır.
‘Hayır’ demesini bilemeyen kişi güçsüz kişidir. Hayır demesini bilmeyen kişinin ‘evet’inin de anlamı yoktur. (s. 100)

Geleceği Yaratmak
Gerçeğe Saygı Kişisel Bütünlüğün Temelidir
-Gerçeğe saygı, kişisel bütünlüğün temelinde yatar. Gerçeğin ne olduğu bilinci kişilerin bu bildikleri gerçeğe saygılı olmasına yol açar.
-Çocuk doğduğunda gerçeğin ne olduğunu bilmez. Daha doğrusu kendi algılamalarına nasıl bir tutum içinde bakacağı konusunda herhangi bir ön bilgisi yoktur. Çocuk büyürken sürekli öğrenmeye açıktır; özellikle 3 ile 7 yaş arasında soru sorma devresi, yani her şeyi öğrenme isteği çok belirgin olarak kendini gösterir.
-İşte bu devrelerde eğer çocuk gerçeğe saygılı bir ortamda büyüyorsa, gerçeğin ne olduğu ile ilgili sağlıklı bir fikir edinmesi ve gerçeğe nasıl yaklaşacağı konusunda tutum geliştirmesi çok kolay olacaktır.
-Peki, ya gerçeğe saygılı olmayan bir ortamda büyüyorsa?
-Maalesef, birçok yetişkinin gerçek ile, yani rasyonel bir insanın gerçeği ile ilişkisi yoktur ve gerçeğe saygı duymayı unutmuşlardır. Bu ortamlarda çocuk gerçekle ilişkisinde sorunlar geliştirecektir.
-Sanırım çocuğun aklını hiçe saymak ona yapılabilecek en büyük zulüm.
Aynı şeyden yüreği yanan iki insan olmanın oluşturduğu bir dostluk içinde konuşmaya devam ettim.
-Çocuk sürekli yetişkinin davranışını gözler; bu davranışlardan anlam çıkarmaya çalışır. Yetişkinin davranışı tutarsız, açıklanamaz, söylenene uymayan türden olduğu zaman çocuk şaşırır ve hem kendine hem de içinde yaşadığı dünyaya güveni temelden sarsılır. Bu nedenle çocuk içinde bulunduğu gerçeği algılamamayı öğrenmeye başlar; içinde bulunduğu ortama getirdiği bilinçte bir azalma görülür.
“Kişinin özüne saygısı ve sorumluluğu üzerine araştırmalar yapmış ve kitaplar yazmış olan psikoterapist Nathaniel Branden çocuğun bilincindeki azalmaya birçok örnekler verir. Şu örneklere bir göz atalım:
Anne, dürüstlük üzerine çocuğuyla önemli bir konuşma yapar. Daha sonra misafirler gelir ve anne misafirlere bir şey anlatır; çocuk bu olayın doğru olmadığını bilmektedir, ama, annesi olay doğru imiş gibi, üstelik abartarak anlatır. Bu tutarsızlığın açıklamasını bulmak üzere çocuk annesinin yüzüne bakar; annesinin yüzünde hiçbir değişiklik yoktur; suçluluk duymadan, doğru bir şeyi anlatıyormuş gibi olayı anlatmaya devam eder.
Arif Bey, bu noktada sözümü kesti:
-Evet. Başka bir örnek de alkolik baba veya annenin bulunduğu evlerden verilebilir. Alkolik birinin bulunduğu ailede sık sık gözlenen şu durumu düşünün:
Anne masada çocuklara hoş bir şey anlatmaktadır. O sırada baba sarhoş olarak eve gelir, ayakta zor durmaktadır. Anne dönüp bakmaz bile, çocuklarla aynı şekilde konuşmaya devam eder. Baba, daha fazla ayakta kalamaz, kıçının üzerine yıkılır, yan yatmış vaziyette yerdedir. Anne konuşmasına devam eder. Çocuk yerdeki babaya bakar, konuşmaya devam eden annesine bakar, gözleri bu ikisi arasında gider gelir. Olumsuz şeylerden hiç söz etmeme alışkanlığı olan anne, çocuklarla konuşmasına devam eder. Çocuk ortamdaki mesajı alır: “Eğer bir olayı görmezlikten gelirsen, o gerçekte olmamış gibidir.” Çocuk görmemeyi öğrenir.
“Geleceği Yaratmak
Çevresinde gerçekle ilişkisini açık ve seçik kurmayan insanlar olduğu zaman çocuğun kafasında birçok soru açıkta kalır. Bu soruların en önemlilerinden biri, “Ben bu dünyada nasıl yaşayacağım?” sorusudur.
Bu sorunun birçok alt soruları vardır:
İnsanlar söylediğini yapmadığı, yapılanı söylemediği zaman ben neyin doğru olduğunu nasıl anlayacağım?
Yalan söylendiğini hiçbir zaman anlayamayacağıma göre, ben insanlara nasıl güveneceğim?
Gördüğüm şeylerin konuşulmadığı, yokmuş gibi davranıldığı bir ortamda ben emniyette miyim?
Gerçek diye bir şey var mı, ve ben, gerçeğin ne olduğunu nasıl anlayacağım? Neyin ne olduğunu nasıl anlayacağım?
Bunları bilmeden ben nasıl yaşayacağım?
Çocuk sorduğu sorular ve gözlemleriyle içinde bulunduğu dünyayı ve kendini anlamaya çalışmaktadır. Bu doğanın insanoğluna verdiği özel ve, muhteşem bir potansiyeldir; anlayabilme, öğrenebilme, düşünebilme yeteneği. Gerçeğin inkâr edildiği, kişisel bütünlüğün olmadığı bir yetişme ortamında çocuk bu muhteşem yeteneğini ömür boyu kaybedebilir: “düşünmenin, anlamanın, algılamanın hiçbir anlamı yok, hiçbir değeri yok,” sonucuna ulaşabilir.
“Ortamda gerçeğe, düşünceye, algılamaya değer verebilmesi için insanın kişisel bütünlük içinde olması gerekir.”
-Evet, özellikle kendilerini öğretmenliğe adamış öğretmenlerin ilk dikkat etmesi gereken konu bence bu. Algılanan gerçeklere mutlak saygı duyarak, onların konuşulmasına olanak sağlamak.
Çocuk her konuda soru sorabileceğini, ve istediği kadar soru sorabileceğini bilmeli. Bütün soruların cevabını yetişkin bilmeyebilir; yetişkin soruların cevaplarını bilmek zorunda değildir. Ama, çocuğun sorusunu duymak, işitmek, ve çocuğun ne dediğini anlamak zorundadır. Bir öğretmen bunu yapabilecek bilinci geliştirmiş olmalıdır.”
Biraz durduktan sonra, hızımı alamadım. Tekrar ettim: “Öğretmen mutlaka bu bilinci geliştirmiş olmalıdır. Bu bilinci geliştirmeden, öğretmen olmamalı. Bu o denli önemli!”
-Hocam, toplumumuzda ailelerin -ki sizin bir kitabınızda bunun birçok örnekleri var, özellikle beş temel özgürlükten konuşurken bunları dile getirmişsiniz- öğretmenlerin, ve daha da acısı, medyanın -gazetesiyle, tv’siyle, radyosuyla- çok büyük bir çoğunluğu gerçeğe saygılı bir yaklaşım içinde değil maalesef. Öyle algılıyorum; hemfikir misiniz, merak ediyorum?
-Evet, maalesef hemfikirim. Bütün kötülüklerin anası, bütün yanlışlıkların ve geriliklerin kaynağı gerçeğe saygısızlıktır. Aile-bütün yanlışlıkların ve gerçeklere saygılı olmayan toplumumuzda çocuk rasyonel bir varlık olarak gelişemez.” (s. 105)
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
“Rasyonel Bir Varlık Olarak Gelişmek
-Hocam, rasyonel bir varlık, dediniz. Bunu biraz açar mısınız?
-İnsanoğlu inanan, hisseden, duyan; ve bu arada aklıyla hareket edebilen, düşünen, düşüncelerini uygulayabilen rasyonel bir varlıktır. Eğer insanın gördüğü, algıladığı dünya önemsenmez ise, o zaman kişi rasyonel bir varlık olarak gelişemez. Çünkü düşünebilmek için kişinin algıladıklarının bilincinde olması ve algıladıklarını hesaba katması gerekir.
-Anlıyorum. Yani algılama konusunda, neyi gördüğü konusunda insanların açık seçik ve dürüst olması gerekir.
-Evet, öyle olması gerekir. Bizim toplumumuzda maalesef çoğunlukla, yetişkinler çocukların korkularına hitap ederler, onların zihinlerine, anlayışlarına değil. Bir toplumun gelecekteki ….
Nerede sen ben bilinci hâkim ise, orada insanlar birbirlerinin korkularına konuşurlar.
-Sen ben bilinci.
-Sen ben bilinci içinde kurulan ilişkilerin temelinde, ‘Kim daha güçlü?’ ‘Kim kimden korkmalı?’ anlayışı yatar.
-Yetişkinlerin çoğunlukla çocukların korkularına konuştuklarını söylüyordum. Biliyorsun, toplumun gelecekteki sağlığı, çocukların zihinlerini ve gönüllerini geliştirmede yatar. Toplumun sağlığı dediğim zaman, bir toplumun her yönünü kastediyorum. Aile yapısı, e-konomik süreçler, siyasal yönetim, yasal uygulamalar, kültür, sosyal yaşamın aklınıza gelebilecek tüm boyutlarını kastediyorum.
-Doğan Bey, biz ezbere önem veriyoruz. Çocuğun rasyonel bir dünyada, düşüncenin, soru sorarak gerçekleri anlamanın önemli olduğu bir dünyada yetişmesinin önemini çoğu öğretmenlerimiz bile pek düşünmüyor. Hatta itiraf edeyim Hocam, ezber bilgi ile bilgi üreten düşünme arasındaki farkı birçok öğretmen arkadaşımız bilmiyor.
Arif Bey, monolog halinde konuşmasına devam etti: “Niçin bilmiyor? Bu onların kabahati mi?”
“Bilmiyorlar, çünkü onları yetiştirenler de bilmiyor.” Bir süre sustu, yine kendi kendine konuşmaya başladı: “Halbuki öğretmenler düşünmeyi öğretmede önemli bir konuma sahipler.”
-Unutma, savaşçı kimdir onu irdeliyoruz. Savaşçının anlam arayışından, uyanışından, niyetinden söz ettik. Şimdi savaşçının kişisel bütünlüğünden söz ediyoruz. Kişisel bütünlüğün olabilmesi için, savaşçının kendi içindeki ve çevresindeki gerçeklere koşulsuz saygı duyması ve onları tanıması gerekir.
Gerçeğe koşulsuz saygı çocuğun öğrendiği bir tutumdur. Büyükler verdikleri sözleri tutmadıkları, bir dediği bir dediğine veya dediği yaptığına uymadığı zaman, çocuğun kafası karışır.”
-Hocam, geçenlerde sınıfımda bir öğrencim, ezanın niye Arapça okunduğunu sordu. İlkokul dörtteki bir çocuk bunu merak etmiş. Hazreti Muhammet’in Arap olduğunu, Kuran’in Arapça olduğunu, ve müslümanların Kuran’ın dilinde orijinal haliyle ezanı okumak istediklerini söyledim. Ama, gergindim. Çünkü bu konularda konuşmak bizim toplumda mantık ve gerçek sınırlarını aşar. Yine de, çocuğun düşüncesine saygı göstermek için çocuğun sorusunu onurlandırdım ve cevapladım.
“Ben bu açıklamayı yaptıktan sonra, çocuk tüm saflığı ile şunu söyledi: “Allah Türkçe bilenlerin anlamasına önem vermiyor mu?”
-Nasıl yanıtladınız?
-Kuran’ın Türkçe’si olduğunu, ezanın da Türkçesi olduğunu, isterse kendisine daha sonra anlatabileceğimi söyledim. Ama gergindim. Çünkü o masumiyeti içinde bizim toplumun yüzyıllardır kaçındığı, kafasını kuma soktuğu konulan deşmeye başlamıştı. ‘Din konusunda konuşmak ve akıl yürütmek tehlikeli ve yasaktır’ levhasını henüz görmemişti. Ama sanırım, yüzümden, sesimin tonundan, ve bedenimin gerginliğinden bu konuda pek rahat konuşamadığımı anlamıştı.
-Çok güzel bir örnek verdiniz. Kızım Ayşen, Ankara Gazi Osman Paşa İlkokulu birinci sınıfta iken bana şu soruyu sordu: “Baba, Allah mı büyük, Atatürk mü?” Bilmem geçmişimle ilgili ne kadar bilginiz var, Arif Bey; o zaman Emily ile evliydim. Ayşen’in annesi, Emily, Amerikalıydı. Emily hayretler içinde bir Ayşen’e, bir de bana baktı. Ayşen sorusunda son derece ciddi idi. Emily, Ayşen’in bu soruyu nasıl aklına getirdiğini, nasıl böyle bir karşılaştırma yapmak gereğini duyduğunu anlayamadı. Ama, ben içim burkularak çok iyi anlamıştım. Kızıma Atatürk’ün bizim gibi insan olduğunu, bu ülke için önemli ve büyük işler yaptığını, memleketini sevdiği için, memleketinin insanlarının uygarca yaşaması için çalıştığını anlattım. Atatürk’ün büyük insan olduğunu, ama onu Allah’la karşılaştırmanın anlamsız olduğunu, çünkü birinin insan, öbürünün Tanrı olduğunu söyledim.
Ayşen büyük bir saflıkla, bunu gidip öğretmenime anlatacağım, çünkü sanırım o, Atatürk’ün Allah’tan daha büyük olduğunu sanıyor, babacığım,” dedi. Öğretmeniyle konuşmuş olacak ki, bir veli toplantısında öğretmen, “Biz çocuklara Atatürk’ün ne kadar büyük bir insan olduğunu anlatıyoruz; siz de evde bunu pekiştirin, lütfen,” demek gereğini duydu.
-Evet, o da tabu konulardan biri. Atatürk hakkında dengeli ve gerçekçi değerlendirmeler yapmak gittikçe zor hale geliyor. Maalesef çocuklarımız daha okula başlamadan önce bu konularda düşünmemeyi öğrenmeye başlamışlar, ezbere laflar edip, bunların ne anlama geldiğini dahi düşünmüyorlar. Bunu öğrencilerimde net olarak görebiliyorum. Atatürk hakkında çocuklar büyüklerin dediklerini ezberleyip tekrar etmenin ötesinde herhangi bir değerlendirme yapmaktan acizler; onları bu şekilde aciz hale getiren biz büyükleriz.
-Evet, Arif Bey. Biz öğretmenlerin, çocukların gerçeklik duygusunu nasıl kazandığını bilmemiz gerekir. Bu gerçek duygusu bilinçli yaşamanın; bilinçli yaşam da, kişisel bütünlüğün gereğidir. Gerçeklik duygusunun kazanılışına bakalım.” (s. 110)
“Gerçeklik
-Arif Bey, şimdi şu anda ben sizin karşınızda oturuyorum. Önünüzde bir defter var, ve onun da içinde bir kalem duruyor. Bu defterin başka bir şey haline gelmeyeceğini biliyorsunuz; şimdi ayağa kalksanız ve biraz dışarıda yürüseniz ve yine bu masaya geri gelseniz, benim koyun veya keçi olmayacağımdan, yine Doğan olarak kalacağımdan eminsiniz.
Buna felsefede özdeşim yasası denir: yani nesneler ne ise odur. A, A’dır. Bu varoluşla ilgili bir ifadedir ve mantığın başlangıcıdır.
“Özdeşim yasası, nedensellik yasasını doğurur.
-Özdeşim yasası şunu der: Bir şey, ne ise odur; başka bir şey değildir. Sandalye, sandalyedir. Bardak bardaktır.
-Nedensellik yasası ise şudur: Bir nesne ne ise kendi doğasına uygun davranır. Bir nesnenin ne yapacağı, onun ne olduğu ile belirlenmiştir.
-Burada nesne yerine “varlık” diyebiliriz. Bu varlık, bir insan, bir eşya, bir ağaç, hatta bir özellik, veya bir eylem olabilir. Bir düşünce, bir duygu, herhangi bir düşünce hali olabilir. Enerji olarak tanımlayabileceğimiz her ‘var’ bu sınıfa girer.
“Bu dünyada duyduğumuz emniyet duygusu, durağan ve kalıcı bir evren içinde yaşadığımız duygusu, bu özdeşim yasasına -ki bazen özdeşim aksiyomu adı da verilir- indirgenebilir. Tüm yaşantılarımızın temelinde bu o kadar yer almıştır ki, bunun hakkında hemen hemen hiç düşünmeyiz. Ama, bu yasa, her şeyin temelini oluşturur. Olan şey kendisidir; kendisi olmayan şey, kendisi değildir. Bundan daha temel ve daha emin bir şey yoktur.
-Bu yasanın geçersiz olduğu bir durum yok mu?
-Özdeşim ve nedensellik yasası sarsıldığı zaman dünyamız sarsılmış olur. Güneşin yarın doğmama ihtimali hiç aklımıza gelmez. Şu içinde bulunduğumuz binanın yarın yine burada var olmaya devam edeceğini, varsayarız. Şu altımızdaki toprak sallanmayacaktır. Şu önümüzde görünen ağaçlar, çimler, ilerdeki evler, okyanusun altında olmayacaklardır Eğer bu tür temel varsayımlarımız ki şimdi onların farkında bile değiliz, yok olur ise, bizim tüm hayat görüşümüz değişir. Çok farklı bir evrende yaşamaya başlarız.
-Bu temel varsayımların, yine temel varsayım olarak yerli yerine yerleşmesi gerekir. Aksi halde kişi büyük bir uyumsuzluk içine girer, gergin olur, psikiyatrik bir vaka haline gelir. Akut anksiyete, nevroz denilen haller başgösterir.
-Arif Bey, bütün kavramların altında yatan iki temel kavram vardır. Bu her şeyin temelinde bulunan iki kavram varlık ve yokluktur. Daha basit bir dille söyleyecek olursak bir şey veya hiçbir şey.
-Varlık kavramı sizin bildiğiniz her şeyin, tüm bilincinizin temelindeki kavramdır. Bu temel kavram bilincin en ana öğesidir; bununla farkında oluş başlar. Bebek gözünü açıp ışığı gördüğü, veya sesi duyduğu zaman ilk farkına vardığı, bir şeyin var olduğudur. Bebek gördüğü veya duyduğu şeyin ne olduğunu bilmez, ona isim veremez, çünkü henüz bizim bildiğimiz kavramlara sahip değildir; orada bir şey var’in farkına varır. Farkına varmak, ancak bir şeyin farkına varılarak gerçekleştirilir.
“Bebeğin bilincinin gelişmesiyle bu farkına varılan şey, sınırları olan, biçimi olan bir birim haline dönüşür. Beyin geliştikçe farklı duyuları yakalama ve birleştirme özellikleri gelişir. Mekân, biçim, renk, düzey farklı farklı algılanıp birleştirilerek nesneler birbirinden ayırt edilmeye başlanır. İşte bu düzeyde bilgi oluşmaya başlar.”
-Olmayan şey yoktur. “Cebimde bir şey yok” dediğim zaman, cebimde hiçbir nesne olmadığını söylüyorum. “Servetim sıfırdır,” dediğim zaman, param olmadığını ifade ediyorum. Bunlar yokluğun özel, pratik anlamda kullanılışıdır. Felsefi anlamda yokluk, var olmamayı ifade eder. Boşluk, hiçlik, sıfır olma.
-Var olmama, var olmamayı ifade eder. Bu noktada Arif Bey, gülmeye başladı. “Hocam, bu biraz Demirel mantığına benziyor,” dedi. Ben de, “Demirel mantığını yabana atma, o mantık sayesinde, bak bir köylü çocuğu nerelere geldi,” diyerek onun esprisine cevap verdim. Daha sonra, konuşmama devam ettim:
-Özdeşim yasası -veya aksiyomu- taş taştır, masa masadır, saç teli saç telidir der. Eğer öfke duygusu içindeysen, öfke duygusu içindesin demektir. Eğer kendini başarısız görüyorsan, kendini başarısız görüyorsundur. Bütün mantığın ve rasyonel düşüncenin temeli bu gerçekte yatar. Bu yasayı, bu aksiyomu ihlal edip, göz ardı edersek düşüncemiz tutarlılığını, mantıksal yapısını kaybeder.
-Özdeşim aksiyomunun doğal sonucu çelişki aksiyomudur. Çelişki aksiyomu, bir şey aynı zamanda, aynı boyutta hem A hem de A değil’ olamaz, der. Bu aksiyom, hiçbir şeyin aynı zamanda ve aynı boyutlarda hem kendisi olup, hem de kendisi olamayacağının mümkün olmadığını ifade eder. -Bu boyut işini anlayamadım? -’Aynı boyutlarda’ sözüne takıldın galiba.
-Evet.
-’Doğan gür saçlı bir insandır,’ dedikten sonra, ‘Doğan keldir’ diyemezsiniz. Çünkü, saçlı olma boyutu yönünden hem saçlı hem de saçsız olamam. Ama, ‘Doğan gür saçlı bir insandır’ dedikten sonra, ‘Doğan kısa boylu biridir’ diyebilirsiniz; çünkü ’saç’ ve ‘kı-sa-uzun olma’ aynı boyutlar değildir.
-Bir keresinde, bir emlakçı hakkında birisi şöyle demişti, “Çok dürüst bir insandır, gerekmedikçe yalan söylemez! Bir keresinde de bir anne, “Dayaktan nefret ederim; çocuklarım beni kızdırdığı zaman babalarına söylerim, o döver.” demişti.
-Herhalde burada söz konusu anne, ‘dayaktan’ değil, ‘dayak atmaktan’ bahsediyor. Yani şöyle dese idi, bir çelişki söz konusu değildi: ‘Dayak atmaktan nefret ederim; çocuklarım beni kızdırdığı zaman babalarına söylerim, o döver.’
-Doğru. Ve bu tür masum dikkatsizlikler, iletişimin kalitesini etkiler. Çocuk bu tür konularda bilinci yüksek bir ortamda yetiştiği zaman, daha açık seçik ve dikkatli düşünmeyi ve konuşmayı öğrenir. Ama, paldır küldür diyebileceğimiz bir bilinç ortamı içinde çocuk da süratle bu konulara dikkat etmemeyi öğrenir. O da, çevresindekiler gibi kafası karmakarışık yaşamaya başlar.
-Doğan Bey, ülke için, ülkenin çocukları için önemli konulardan söz ediyorsunuz. İnsanımız açık seçik düşünme ortamında yetişmiyor. Okulda da bu böyle; öğretmenler ile, sokakta gördüğünüz insanlar arasında açık seçik düşünme, düşünmeye özen gösterme bakımından maalesef pek fark yok. Çocuk annesinden, babasından, amcasından göremediği düşünce berraklığını, öğretmeninde de göremiyor. Bir süre sonra o da çevresindekiler gibi dikkatsiz, bilinçsiz bir insan oluyor. (s.115)
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
“Kişisel Bütünlüğün Felsefî Temelleri
-Doğadaki yaratıklara baktığınız zaman onlarda hiçbir eksiklik olmadığını görürüz. Kuş, kuş gibi yaşaması için donatılmıştır; hiçbir eksikliği yoktur. Örümcek, karınca bütündürler, hiçbir eksiklikleri yoktur. Kuşun bu bütünlüğünü bozarsanız, örneğin kanadının birini keserseniz artık o kuş gibi yaşayamaz. Veya bir karıncayı ele alalım; onun ayaklarının ikisini koparalım. Karınca olarak yaşaması güçleşir.
“İnsanoğlu doğduğu zaman onun da örümcek, kuş ve karınca gibi bütünlüğü vardır, ve tamdır. Onun zihinsel kanatlarını ve ayaklarını göremeyiz ama, eğer yakından bakar, çocuğu gözler, onun sorduğu sorulara dikkat edersek, muhteşem bir potansiyel ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Bu potansiyel çocuğun bütünlüğünün bir parçasıdır; bu bilişsel yetenek insan olma dediğimiz bütününün bir parçasıdır.
Özdeşim ve çelişki yasasına uyulmayan ortamlarda, farkına varılmadan çocuğun zihinsel kanatları ve zihinsel ayakları koparılmaya başlanır. Zihinsel kanatları ve zihinsel ayakları koparılan çocuk gelişemez; insan olma muhteşemliğini gerçekleştiremez. (s. 118)

“-Algılama ile kişisel bütünlük arasındaki ilişkiden söz etmek istiyorum. Kişisel bütünlüğün ilk koşulu gerçeğe saygıdır, demiştim. Algıladığı gerçeğe kişinin koşulsuz saygısı olmalıdır. Gerçeğe saygısı olmayan insanın kişisel bütünlük içinde kalması mümkün değildir.
“Algılanan bu gerçek, işine geldiği için öylesine algılanmış ‘çarpıtılmış gerçek’ değil. Kişinin niyetinin saflığı içinde algılanan gerçekten söz ediyorum. Gerçeği çarpıtmak yalan söylemenin kılıfı olarak kullanılabilir; böylece yalan söyleyen kişi, gerçeği çarpıtarak kişisel bütünlük içinde imiş gibi görünür. Bu tür ‘mış gibi’ bir durumdan söz etmiyorum.
Gerçeğe saygısı olmayan insanın kişisel bütünlük içinde kalması mümkün değildir.” (s. 120)

No comments:

Post a Comment